Seçimlerin galibi her zaman seçmendir. 1 Kasım seçimleri bir kez daha gösterdi ki 175 bin sandığı zimmetleyeceğiniz bir destekçi ve üyeniz yoksa seçimlere girmeniz büyük cesaret işidir. 40 yıldır siyaset dünyasının içindeyim, ben bile seçime katılan partilerin yarısının adını bu vesileyle duyuyorum. Siyasi partiler ve seçim yasasındaki bütün zorlaştırıcı koşullara karşın bu kadar parti olması incelenmeye değer bir konudur.
Siyasete bu ilgiye olumlu da bakılabilir. Seçime katılım oranları bunun göstergesi oluyor. Ne yapacaksak demokratik siyasetin mekanizmaları üzerinden yapacağız. Yine bütün seçimler bize gösteriyor ki seçimlerden seçimlere siyasi faaliyetin yurttaş nezdinde bir karşılığı yoktur. Sosyal bir vaka olacaksınız ki siyasette hükmünüz yürüsün.
Ne demiş atalarımız, “Tarlada izi olmayanın harmanda yüzü olmaz.”
2 Kasım itibariyle kollarınızı sıvayıp bir sonraki seçimler için adım atmıyorsanız, seçimlere 3 gün kala Japon turist misali mahallelere (ya da sitelere) uğramanızın bir manası olmuyor. Sizinle küçük bir sırrımı paylaşayım; bu yazıyı 1 Kasım günü oyumu kullandıktan hemen sonra oturup yazdım. Bakalım yayınlanacağı gün noktası virgülüne dokunacak mıyım diye. Öngörüde bulunamayacaksak ve bunlar tutmayacaksa, insanları meşgul etmenin anlamı yok!
Çetin Altan umutla, “enseyi karatmayın” metaforunu kullanıyordu. Benim gibi 50’sinden sonra asma çubuğu dikip, toprağı çapalamakla geçtiyse yazınız, güneş altında ensenizin kararmaması mümkün olmuyor. Umudumuzu yaşatmak için en azından ne yapılmaması gerektiğini, bunca acı deneyden sonra biliyoruz. Ne yapmamız gerektiği konusu ise ortak bir aklı gerektiriyor.
Parti ortak akıl demek. Partilerde demokrasi mekanizması çalışmazsa ortak akılsızlığın da garantisi olabiliyor.
Lefter’e “Maç kaç kaç biter?” diye sorduklarında, “Bunu maçtan sonra konuşalım” derdi.
Bizim gibi maç üstüne maç yapıldığı bir ortamda, sonucu sezon bitince konuşalım demek daha doğru oluyor. Russell Crowe’ın Indiana Jones tadındaki 'Son Umut' (Water Diviner) filmi Çanakkale’de durdurulan İngilizlerin daha sonra ellerini kollarını sallaya sallaya nasıl Gelibolu’ya kayıplarını bulmaya geldiklerini anlatırken, İngiliz komutan bizimkilere “Çatışmayı kaybettik, ama savaşı kazandık” diyordu; büyük dedemi de yitirdiğim bu büyük destan için.
Siyaseti bir savaş konusu haline getirmemek gerekir. Aslolan uzun dönemde geleceğe kimin imza atacağıdır. Seçmen tercihiyle siyasete ayar ve yön veriyor. Neyse ki veriyor.
BAŞARI
Yaşamda ve özel olarak siyasette başarıyı nerede arayacağız? Çarmığa gerilen İsa peygamberin hayatını bir başarısızlık öyküsü gibi anlatmak kimsenin aklından geçmiyor. Siyasette kurumsallaşmayı sağlamak önemli bir başarı işareti görülebilir. Diyelim, Enver Hoca ölüyor ve Arnavutluk çöküyorsa, orada bir sorun vardır. Siyaseti kişilere endeksli olmaktan çıkarıp kurumsallaşmanın sağlanması başarının teminatıdır.
Hani bazen diyorlar ya “Cumhuriyetin çocuğuyuz” diye, Cumhuriyet’in 92. yılında artık çocukluktan hiç değilse ergenliğe geçmek gerekiyor.
Otoriter Cumhuriyetin 21. yy.da demokratik bir cumhuriyete doğru evrilmesi başarıyı pekiştirir. Sakallı Celal ne diyordu: “Monarşiyi denedik, Cumhuriyeti denedik, biraz da ciddiyeti denesek”
En ciddi iş bugün güler yüzlü bir cumhuriyetin inşasından geçiyor. İşte o zaman belki gerçekten çocukların da cumhuriyeti olabiliriz. Biz siyasi yaşamımıza güler yüzlü bir sosyalizmle başladık, daha ancak cumhuriyete geldik. Seçimler, bu yolun kilometre taşlarının önceden belirlendiği bir determinizmi ima eden bir hat değil. Seçme özgürlüğünün kendisi zaten siyasette kalitenin ve kamu yararının en büyük teminatını oluşturuyor.
Mustafa Kemal, “Her görüşe saygılıyız, yeter ki samimi olsunlar” diyordu.
Şimdi de siyasiler birbirine “Samimi ol” deyip duruyorlar.
İyi de buna kim karar verecek? Yegâne samimiyet terazisi halkın iradesidir.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.