Kürt sorununun çözüm sürecini seçimden önce büyük oranda başarmak elbette mümkün ve hatta son derece sevindirici olur. Bu hedefin gerçekleştirilebilir olması, atılması gereken adımların ne ölçüde idrak edilmiş olduğu ile ilişkilidir.
Sorunun anayasal boyutu yani hakların hukuki güvenceye kavuşturulması, neredeyse ana sebebi dolayısı ile kalıcı çözümü şekillendirmektedir. Bu noktada adım atma imkanı ne ölçüde vardır? Bunun kararını verecek olan iktidar partisi ve devlettir.
Bu eksende somut bir değerlendirme yapmadan, silahsızlandırma gibi beklentiler içine girmek hatta bunu kamuoyuna yansıtmak ve sanki muhataplar da bunu kabul etmiş gibi bir iklim oluşturmak, büyük hayal kırıklıklarını da beraberinde getirebilir.
Aslında bu tarz, sadece Kürt sorununun çözümünde değil AB üyelik sürecinde hatta ABD ile ilişkilerde bile ciddi krizlere zemin oluşturmaktadır.
Kendini başarıya inandırmak, cesaretlendirmek ve motive etmek için hayal gücünü zorlamak elbette pozitif bir işlev görebilir. Ama bunu yaparken, riskleri, engelleri, kapasite sorununu görmezlikten gelmek hayal dünyasında yaşama alışkanlığına dönüşür.
Muhatabı doğru anlamak, neyin, ne kadar ve nasıl mümkün olup olamadığı konusunda da doğru analizler yapmayı sağlar. Kendini son derece güçlü zannedip muhatabı da çaresiz görmek, hem kendi gerçekliğinden kopmayı hem de muhatabı hafife almayı beraberinde getirir.
Elbette özgüven sahibi olmak, gücünün farkında olmak önemlidir. Ama bu noktada değişen bölgesel koşulları da dikkate almadan tarihin dondurulmuş bir döneminde yaşıyormuş gibi çözüm sürecini yönetmeye kalkmak ve barışı kurmak mümkün değildir.
Bölgesel politikaları doğru bir rotaya oturtmadan Kürt sorununda çözüme dair adım atılamaz demiyorum elbette. Bu işi kısır döngüden çıkartmak için işin oluruna dair formüller bulmak ve gündeme taşımak zorundayız. Pekala Kürt sorununda doğru ve zamanında atılacak adımlarla dış politikada da sağlıklı bir sürece girmek söz konusu olabilir. Böyle açılımlarda neyin asla mümkün olmayacağına dair keskin kırmızı çizgilerin ilanından kaçınmak gerekir. Yeni dönem Suriye ve Irak fotoğraflarının pek de Türkiye’nin kırmızı çizgilerine uygun şekillenme ihtimali gözükmüyor.
Anayasadan kaynaklı adımların atılması seçime endeksli ise çözüm de doğal olarak bir boyutu ile seçime endekslenmek durumundadır. Buradaki paradoks milliyetçi söylemlerin daha fazla oy ve parlamentoda temsil imkanı sağlayacağı inancıdır. Hem toplumu çözüme ikna etmek buna uygun bir demokratik siyaset dili kurmak, nefret söyleminden uzak durmak, hem de çözüme dair somut adımlar atmak.
O meşhur ifade de olduğu gibi “olmak yada olmamak” tam da burada kilitlenmektedir. Bu alternatifin dışında geriye iki yol kalmaktadır. Birisi “irtibatı kesmeyelim” pozisyonudur ki ne sorunun esas muhatabı ne bölgesel gelişmeler buna çok fırsat verecek gibi gözükmüyor. Diğeri ise masayı dağıtmayı da düşünerek süreci sahiden küçük seçim hesapları için araçsallaştırmaktır. Konuşurken çözüyor gibi Kürt oyu kazanmak, istediğiniz olmayınca hem resti çekip hem de bunun faturasını Kürt hareketine kesmek. Barış ile iktidar ilişkisini reel politik boyutu kadar ahlaki, ilkesel boyutları ile de ele almak zorunda olacağımız bir döneme giriyoruz.