İstediğim sonuçla değil, ama üç aşağı beş yukarı beklediğim sonuçla kapandı bu ilk seçim dalgası. Kamuoyu yoklamaları yapanlar arasında güvendiklerim de böyle bir şey söylüyorlardı --hatta AKP’ye bir iki puan daha fazlasını da veriyorlardı.
“İstediğim” sonuç olmadığını söylüyorum. Düşünmüyorum da, bu zaten “olmayan” bir şey. Oy kullanma yaşıma gelip de oy verdiğim ilk seçim 1965’tekiydi. “Kime versem?” diye düşünecek bir durum yoktu; Türkiye İşçi Partisi’ne oyumu verdim. Verirken, bu partinin seçimi kazanacağını mı düşünüyordum? Hayır. Yani “istediğim” sonucun alınması o zaman da sözkonusu değildi.
Ama, o ilk (benim için “ilk” tabii) seçimden sonra, kime verdiğim, vereceğim sorunu, hep karışık oldu. Oy vermediğim seçimler de oldu; verdiklerimde, çok zaman, verdiğim yeri kendim tuttuğum, sahiplendiğim için değil. Varolan koşullarda en akla yakın o göründüğü için o şekilde oy kullandım --1977’de Ecevit’e vermek gibi.
Yalnız bir kere, kendimi çoğunluk içinde buldum: eski siyasîlerin haklarının verilip verilmemesini belirleyecek referandumda. Biz “verilsin” diyenler, yüzde yarım dolaylarında bir farkla “kazanan taraf” olmuştuk.
Bu son seçimde de net olan şey, “olmasını istememek”ti. Yani, Gezi’den beri bildiğimiz siyaseti izleyen Tayyip Erdoğan’ın (“yüksek bir oranla” diye eklemek gerekebilir) kazanmaması. Ama bunu “istemek”, dolayısıyla CHP’nin veya MHP’nin “kazanmasını istemek” anlamına geliyor mu? Benim açımdan gelmiyor. Benim istediğim, Türkiye halkının, Tayyip Erdoğan’a, izlediği hırçın ve faşizan politikayı desteklemediğini gösterecek bir oy oranı düşmesinden öte bir şey değildi. Bundan “öte”sinin gerçekçi olduğu kanısında da değildim.
Ama bu kadarı da olmadı. Yüzde kırk iki, kırk üç dolaylarında bir sonuç “onaylıyoruz” demektir. Bunun pek öyle lamı cimi olduğunu sanmıyorum. Alışık olduğumuz biçimde, orasından burasından bakıp, söz ve rakam cambazlıklarıyla bir “başarı” izi yakalamak, yersiz ve yanıltıcı bir çaba. Ortada, AKP ve öncelikle Tayyip Erdoğan açısından, net bir kazanç var.
Seçim öncesi yazılarımdan birinde, bu seçimin seçime katılan partiler kadar, onlara oy verecek seçmenler için de bir sınav olduğunu yazmıştım. Şu sonuçların, bu sınavın başarıyla geçildiğinin işareti olduğu kanısında değilim. Bu sonuçlar Tayyip Erdoğan’ın Gezi’den bu yana izlediği politikanın onaylandığı anlamına geliyor ve Erdoğan da mesajı bu şekilde aldığı için bu keresinde balkona çıktığında aynı minval üzre devam edeceğinin haberini veriyor (zaten bir kere o tavırları aldıktan sonra herhangi bir yana çark etmesi mümkün değildi).
Dolayısıyla bugün, seçim öncesindeki günlerden farklı bir noktada, ortamda, zeminde değiliz. Ama fazladan birkaç bilgimiz var.
Erdoğan ağır suçlamalarla, ağır şaibelerle seçime gitti. Kazandı. Kazanması ona oy veren yüzde kırk küsurun bu suçlamaların doğruluğuna inanmadığını değil, bunlara birinci dereceden önem vermediğini gösterdi. Birinci bilgi bu. “Ben şu şu ve şu nedenlerden ötürü bu yönetimden memnunum. O halde bu suçlamalar beni ilgilendirmiyor.
Başından beri suçlamaların kendilerinden çok, Tayyip Erdoğan’ın bunlara karşı takındığı tavırları ciddiye aldım: Gezi’deki kasten yanlış teşhislerini, şiddete sığınmasını, eleştiri karşısında denetleyemediği öfkelerini; 17 Aralık’tan sonra giriştiği savcı-yargıç-polis temizlik harekâtını, twitter ve YouTube yasaklamasına kadar varan ve “kuvvetler ayrımı” ilkesini de hiç sayan otorite özlemini, bütün bir dış politika skandalını vb...
Türkiye halkının yüzde kırk küsurluk bir kesimi bunları da önemsemediğini gösterdi. Bu seçimden elde edilen bir önemli bilgi de bu.
Bu verilerle devam edilecek.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.