Yaşadıklarımız, Türkiye’nin Avrupa futbolundan dışlanmasıyla bitecek bir sürece girdiğimizi gösteriyor diye korkuyorum doğrusu.
Böyle bir sonuç bizim futbolu alır, elli sene önceye götürür.
Uzun bir süre buraya kaliteli yabancı futbolcu gelmez.
Futbol kalitesi ciddi biçimde düşer.
Şampiyonunun Avrupa’ya gitmeyeceği bir lige duyulan ilgi pörsür.
Futbol takımlarının televizyon yayıncılarından aldıkları paralar önemli ölçüde azalır, kulüplerin her türlü yatırımı durma noktasına gelir.
Türkiye’deki futbol seyircisi Avrupa futbolunu izlemeye koyulur, bir zaman sonra futbolu seven insanlar Avrupalı takımların taraftarı olmaya başlar, çocuklar mahalle maçlarında Barcelona’nın, Manchester’ın formalarını giyerler.
İyileşmesi çok uzun sürecek bir çöküntü yaşarız.
Hangi akla hizmet Avrupa futbolundan dışlanmayı göze alıyoruz bilmiyorum ama bugün verilecek yanlış kararların faturasının çok ağır olabileceğini seziyorum.
Üstelik, “Avrupa’da oynamasak ne olur, kendi aramızda oynarız” anlayışının sadece futbolla sınırlı kalmadığından da korkuyorum.
Geçen gün Bekir Ağırdır’ın Neşe Düzel’e söylediği gibi fazlasıyla “keyfîleşmiş” bir yönetim anlayışının, her konuda Türkiye’ye hayatın çıkaracağı faturayı kabarıklaştıracağından endişe ediyorum.
Sadece futbolu değil, demokrasiyi de, hukuku da “Avrupa standartlarının” dışına çekme eğilimi koyulaşıyormuş gibi görünüyor.
“Nasıl olsa ekonomimiz iyi” güveni, “geri kalanı kötü de olsa fark etmez” gibi sakat bir yanılgıya sürüklüyor sanki bizi.
“Geri kalanı” kötü olduğunda, bir süre sonra o kötülük ekonomiye de kaçınılmaz olarak sirayet eder.
Dünyadan geri çekilip kendi “kum havuzunuzda” oynamaya başladığınızda, ister istemez bütün hayatınız da o kum havuzu kadar olur, daha fazla büyüyüp gelişmez.
Yanılmayı gerçekten çok isterim ama bana Türkiye motorlarını durdurmuş bir gemi gibi gözüküyor, gideceği yere artık kendi iradesiyle değil dalgalarla sürüklenerek gidiyor sanki.
Şu son açıklanan “devletin yeni Kürt politikasına” bakın.
Kürt meselesini sadece savaştan, silahtan ve PKK’dan ibaret sanan bir politika bu.
“Apo’yla ve PKK’yla artık görüşmeyeceğiz” diyorlar.
Peki.
Görüşmesinler.
“PKK’yla ilişkisini keserse BDP’yle görüşeceklermiş” ama Ankara’nın son söylemleri “BDP’nin ilişkisini kestiğine inanmadıklarını” gösteriyor, demek ki onunla da görüşmeyecekler.
Ona da peki.
Peki de, “nelerin yapılmayacağını anlatan” bu Kürt programında bir satır da bu ülkenin Kürt vatandaşları için “ne yapılacağı” söylenmez mi?
PKK’yı yaksanız, yıksanız, yok etseniz Kürt sorunu bitmiş mi olacak?
Kürt halkının dertleri buharlaşıp uçacak mı?
“Ben PKK’yı bitirmeden Kürt halkının sorunlarını çözmem” diyorsanız, koca bir halkın kaderi bizzat sizin kararınızla “silaha” endekslenmez mi?
O zaman, “bu işi silah çözer” anlayışı tek egemen görüş haline gelmez mi?
Silahı bizzat kendiniz siyasetin önüne koymuş, Kürt meselesini bizzat kendiniz “silahın vesayeti” altına sokmuş olmaz mısınız?
PKK’ya “bu çağda silahla çözüm olmaz” derken, bizzat kendiniz bu çağda “silahla çözüm arar” hale düşmez misiniz?
Bu anlayıştan toplumsal bir barış, bir huzur çıkar mı?
Kürt halkı, Ankara’nın kendisine namlunun ucundan baktığı hissiyatına kapılmaz mı?
Bu hissiyat haksız mı olur?
“PKK barış istemiyor” diyorsunuz, peki Ankara barış istiyor mu?
Barış için hangi siyaseti izliyor?
Ben bu yeni programında silahtan başka bir şey görmedim, gören varsa gördüğünü bize de anlatsın.
Kürt halkının haklarını vermeyi “silaha” bağlamaya “siyaset” diyorsanız, o zaman “askerî vesayete niye karşı çıktınız, o da aynı şeyi söylüyordu” derim.
Nedenini bilmiyorum ama Ankara yeniden “askerîleşiyor”.
Avrupa Birliği’nin demokrasi ve hukuk anlayışını terk ederek, silahı yüceltiyor.
Bu, ölüm ve nefret demek.
Futbolda Avrupa’dan çekilmek sadece futbolu öldürür ama demokrasi ve hukukta Avrupa’dan çekilmek insanlarımızı öldürür.
Öldürüyor da.
Türkiye, bir gerileme dönemine giriyormuş gibi geliyor bana.
Milliyetçilik hastalığı, ipeğe düşmüş ateş gibi kavuruyor ülkeyi.
Doğrusu ya, eski Türk filmlerindeki gibi bir mucize beklemekten başka çare kalmadı; bilmediğimiz bir kazaya uğrayıp kör olan kahramanımız bir sabah “görüyorum, görüyorum” diye bağırarak uyanacak ve yapılan hataları düzeltecek.
Biz de sevinçle ayağa fırlayıp alkışlayacağız.
Umalım da senarist, gittikçe daha acıklılaşan bu filme böyle bir mutlu son yazmış olsun.
Yoksa ağlayarak çıkacağız biz bu filmden.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.