Şu bir gerçektir, bu ülkenin gündeminden hiç düşmeyen bir olay vardır; “Said-i Nursi” ve “Nurculuk” olayı. Hiç şüphesiz her olay, kendi doğal şartlarında ve uygun ortamında gerçekleşir. Tıpkı mevsiminde yetişen ürünler ya da mevsimsel doğal olaylar gibi... Bunun dışındaki oluşumlar, ya “yapay”dır ya da “zorlamalı” durumlardır. Ve biliyoruz ki hiç bir yapay ve zorlamalı oluşum, orijinalinin yerini almaz ve aynı kalitede olamaz. Kışın seralarda üretilen yaz sebze ve meyvelerin durumu buna örnektir.
Bu örnek çerçevesinde konuyu irdelersek; Said-i Nursi ve onun başlattığı Nur Hareketi(Nurculuk), kendi doğal şartlarında ve zemininde boy vermiştir. Bilindiği gibi, Osmanlının son yarım asrında, yönetimde “istibdat” ve “keyfîlik” gibi “yerel” uygulamalar, halk efkârında, özellikle de aydınlar arasında “batıcılık” ve “materyalizm” gibi “haricî” yönelimler baş göstermiştir. Müslüman toplumun sosyal, siyasal, itikadî ve ahlakî dokusunu tahribe koyulan bu muzır cereyanlar, karşıtlarını da harekete geçirmiştir. Bu temelde hürriyet, meşveret, tevhid ve adaleti esas alan oluşumlar doğmuştur. İttihadçılar, bu kavramları kendi oligarşik ve işbirlikçi emellerine alet ederlerken, Said-i Nursî onları, –anlam ve içeriklerine uygun olarak– sahiplenmiş, savunmuş, temsilciliğini yapmıştır. Ve bu misyon ve pozisyonunu, bütün yaşamı boyunca devam etmiştir.
İşte bu noktadan itibaren, Said-i Nursî’ye karşı değişik tavır ve tepkilerle karışmaktayız. Bu çerçevede, saltanatçılar, batıcılar, ırkçılar ve materyalistler Nursî’ye karşıdırlar. Biriler, istibdat karşıtlığını “İttihatçı” olmakla yaftalarken, biriler batıcılığa karşı olan tutumunu “taassup” ve “mürteci”likle gölgelemektedirler. Keza biriler onun ümmetçi ve İslamcı hareketini “Kürtçülük”le karalayabilmektedir. Materyalistler ise, onun şirk ve inkârcı ideolojiye vurduğu tevhidî darbeyi hiç unutamamakta; şahsiyetini çürütme adına, her türlü yaftacılığa başvurmaktadırlar.
Fakat şu bir gerçektir; bir söz, eylem, oluşum, akım, inanç ve örgütlenme eğer ki doğal ve ihtiyaca cevap veriyorsa, karalama ve sindirme teşebbüslerinin hiç birisi onun önüne geçemez, onu durduramaz, sindiremez. Nihayet, İstibdat, İttihad-Terakki ve Cumhuriyet döneminin bütün şerirlerine, şerri temsil eden odaklarına rağmen Said-i Nursî sindirilememiştir. Nursî’nin gerek itikada dair olsun, gerekse temel hak ve özgürlüklere dair olsun çağrıları hiç bir zaman karşılıksız kalmadığı gibi, kalp ve vicdanlardaki aks-i sadası da dinmemiştir. İşte bundandır ki, onu anlamayanlar, anlamak istemeyenler, hep namertçe yöntemlere başvurmakta, iftira ve yalan rüzgarlarıyla o koca çınarı devirmeye çalışmaktadırlar. Onlardan biri de bu günlerde zuhur etti; hem de bir İlahiyatçı...
İsminin önünde “Prof. Dr.” unvanı bulunan bu ilahiyatçı, Müslüman cemaat ve tarikatlara sürekli kin kusan “Aydınlık”ın sayfaları arasında boy göstermiştir. Bu prof, bugüne kadar Nursî ve hareketi hakkında sarf edilen bütün hakaret, iftira ve yalanları cem ederek hepsini boca etmiştir. “FETÖ’yü hortlayan tescilli Deccal: Said-i Şarlatan” başlığıyla iki adet yazıyı yazan şahıs, iddialarını ispatlamak yerine iftira, karalama ve tahkirlere başvurarak her türlü küfrü kendi meşrebince meşru görmüştür. Elbette bir küfürbaza küfürle cevap verilmez, zira onun seviyesine inilmiş olur ki ondan Allah’a sığınıyorum, ama batılı hak görenlere, ışıktan kaçıp karanlığa yönelenlere, güzel rayihalardan istikrah edip müstekrehliği tercih edenlere elbette hakkı ve doğruyu anlatmak hayli zordur. Bunu biliyorum.
Düşündüm taşındım; acaba bütün cümlelerini birer birer Said-i Nursî’nin ifadeleriyle çürütsem mi diye; sonra Nursî’nin şu cümlesini hatırlayınca vazgeçtim. Cümle şudur: “Haksızlığı hak iddia edenlere karşı hak dâvâ etmek ve onlara müracaat etmek bir haksızlıktır, hakka karşı bir hürmetsizliktir. Ben bu haksızlığı ve hakka karşı hürmetsizliği irtikâp etmek istemem vesselâm.” Evet, böyleleri sadece Allah’a havale edilir, çünkü vefat etmiş bir İslam âlimini, ırkçılık ve Kemalizm adına, iftiranın en çirkef ve aşağılayıcı olanlarıyla karalamaktadır. Bunu yaparken de Feto’culuğu bahane etmekte, onun üzerinden Nursî’ye saldırmaktadır. Hâlbuki bu mantıksızlık esas alınırsa, Fetö’nün vaaz ve kitaplarında, Said-i Nursî’den daha çok Kur’an, Hadis ve Asr-ı Saaddet’ten alıntılar olduğu bir gerçektir. Şimdi bu alıntılardan hareketle Kur’an, Hadis ve Asr-ı Saadet’e hücum mu edilecek? Dünyada bu mantıksızlığın bir başka örneği var mıdır?
Herkes, yazı, konuşma ve paylaşımlarında bir âlimi, bir bilgini, bir filozofu kullanabilir; ondan alıntılar yapabilir, iddia ve inancını onunla teyit edebilir, ama o kişinin kişilik bozukluğundan, heva ve heveslerinden, yanlış eylem ve yönelimlerinden doğan hata, cinayet ve terörane teşebbüslerinden bahsi geçen büyükler sorumlu olabilirler mi? Nihayet bir ilahiyatçı olarak, Kur’an’da geçen “Hiç kimse bir başkasının günahından sorumlu olmaz”1 ayetini bilmiyor olabilir mi? Ama ulusalcılık ve Kemalizm birinin zihnini örümcek ağı gibi sarmalamışsa, ondan bu izan beklenilebilir mi? Bu izansızlık değil mi ki Said-i Nursî için “Bana vahiy geliyor, son peygamber Hz. Muhammed değil, benim” iftirasında bulunuyor.
Bilindiği gibi, Cahiliye döneminin putperestleri, İslâm’ın nuru karşısında, kendi ideolojilerinin gün be gün etkisizleştiğini, putperest ideolojilerinden devşirdikleri dünyalıklarının gittikçe erimeye yüz tuttuğunu gördüklerinde, Hz. Peygamber karşıtı kampanya başlatmışlardır. Tıpkı bu günkü cahiliyenin başvurduğu mantık gibi, o gün de iftira ve karalama yöntemini tercih etmişlerdir. Bu çerçevede, Peygamberimiz için “kâhin”, “sahir”, “mecnun” demişlerdir. İşte peygamberî mirası devr alan âlimlere de reva görülen aynıdır; çağdaş cahiliyenin putperestleri de aynı iftiraları –ama ilkel cahiliye mensuplarını utandırırcasına– harman harman boca etmekteler, adeta barsaklarındaki necaseti ağızlarından istifra etmektedirler. Hâlbuki ağza gelen barsallardaki müstekreh koku değil, akıl ve kalbin parlak gerçekleri olmalıdır.
Peki bu çirkefliğin, bu seviyesizliğin kendi sahiplerine kazandırdığı nedir? Elbette bir hiç. Kendilerinin dahi inanmadıkları bu yaftaları, onları dünyada rezil, ahirette zelil edeceği bir gerçektir. Düşünün, ezan-ı Muhammedî’nin susturulduğu, camilerin ahır ve kışlalara dönüştürüldüğü, alimlerin ipe ya da sürgüne yollandığı, Kur’an okumanın dahi yasaklandığı, dinî tedrisat veren medreselerin kapatıldığı, dini kisvelerin yasaklandığı ve daha nice insanî ve İslamî alametlerin ilga edildiği dönemler yaşandı; peki ne oldu? Bittirebildiler mi? Sindirebildiler mi? Hayır! Niçin? Çünkü bu din Allah’ın dinidir; bu din yaratanın yaratılışa uygun olarak sunduğu bir dindir, bir hayat nizamıdır. Böyleyken, yaratılışla savaşılabilinir mi? Sonra Allah’ın bu dine ilişkin, “(Onlar) Allah'ın nurunu ağızlarıyla (üfleyip) söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler hoşlanmasalar da Allah nurunu tamamlamaktan asla vazgeçmez.”2 fermanı yok mudur?
Onun için diyorum ki, beyler bu inattan vazgeçin; bu inkâr ve bağnazlığınız sadece gözünüzü değil, akıl ve efkârınızı da köreltmiş; vicdanınızı karartmıştır. İyisi mi, karalamaktan vazgeçin, anlamaya çalışın. Anlamak için de objektif olun, sağlıklı araştırmalar yapın. Bu bağnazlığınızla adam olamazsınız; boynuz atanlar kategorisine girersiniz. Öyle değil mi? Şerif Mardin gibi dünya çapında tanınmış bir sosyoloğu –sırf Said-i Nursî’yi anlatmıştır diye– boynuzlarınıza hedef etmediniz mi? Ha şunu da söylemiş olayım; siz saldırdıkça sarılanları sayısı çoğalacaktır. Çünkü sizin art niyetli saldırılarınız, halkımızın iyi niyet ve teveccühlerini kamçılamakta, âlimlerimize olan merakı artırmaktadır. Nihayet benim gibilerini de daha çok okumaya, araştırmaya sevk etmiş oldunuz.
İslam âlimleri, Müslümanların ortak malıdır, ortak değerleridirler. Onlara olan saldırının temelinde, İslâm’ın hedeflenmesi yatmaktadır. Onların hizmet ve eserleri, İslam’ın etrafındaki surlar ve kaleler hükmündedir. Surlar ve kaleler yıktırılmadan İslam’ın harim-i ismetine girilmez. Bu anlamda Said-i Nursî gibi zatları sadece akraba ve talebeleri değil, başta Diyanet Teşkilatı olmak üzere, bütün bir İlahiyat camiası ve medrese uleması savunmak zorundadır. Oda Tv ve Aydınlık çevresinin Said-i Nursî’yi hedefe oturtmaları rastgele değildir; çünkü çok iyi biliyorlar ki İslamî düşünce ve pratiği en iyi temsil edenler onun eserlerinden istifade edenlerdir. Onu yıkmakla, bütün cemaat ve tarikatları de savunmasız bırakma hevesindedirler. Kemalizm adına yürüttükleri jakobenist ideolojileri, bu tür engellere tahammül edememektedir.
Hâsılı, serapa küfür ve hakaretlerle dolu yazının tutulacak bir tarafı yoktur. Bilimin de ilahiyatçılığın da ırzına tasallut eden bu nev-i şahsına münhasır zevatın mevkutelerinin bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Eskilerin masalları kabilinden, binlerce defa tekrarlanmış tezviratlardan ibaret olduğu için, ayrıca çürütmenin yoluna gitmedim. Binlerce kanaletlerden teşaub etmiş necasettin harmanı olan foseptiklerin başında durup karıştırmak yerine, aklın gereği olan burnumuzu kapayıp oradan uzaklaşmak daha doğru bir tercihtir. Yine de cevaplarımı merak edenler, Mustafa İslamoğlu’na dair yazdığım 3 yazıma bakabilirler.
Sonuç olarak Kur’an’ın dediği gibi “(Resûlüm!) Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir.”3
1 En-Necm, 3
2 Tevbe, 32
3 A’raf, 199
Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.