Bediüzzaman’ın eserleri üzerinde yapılan tahrifatlardan birinin de, kendisiyle Şeyh Said arasında cereyan ettiği iddia edilen mektuplaşma olduğunu önceki yazımda belirtmiştim. O yazıda bu iddianın asılsızlığını ve dolayısıyla geçersizliğini imkânlarım ölçüsünde dillendirmiştim. Ancak konuyla ilgili olarak elime geçen bir başka belge, ister istemez mevzuya tekrar eğilmeme vesile oldu. Belge, 1992 yılında Yeni Asya Yayınları tarafından basılmış olan “Kürt Gerçeği” kitabının 239’uncu sayfasındadır. Kitabın yazarı, Zekeriya Yıldız’dır. Bu belge ile Abdülkadir Badıllı’nın yazdığı Mufassal Tarihçe’deki (cilt-I, sayfa 535) belge aynı muhtevada olup Selahaddin Çelebi’ye aittir.
A. Kadir Badıllı ağabeyin iddiasına göre her iki belge de Üstad’ın tashihinden geçmiştir. Üzerlerindeki düzeltmelere bakılırsa, zahiren de öyle görünüyor. Ancak, özellikle Şeyh Said ve hareketine ilişkin ifadelere bakıldığında, bu “Üstad’ın tashihinden geçmiştir” ifadesine ihtiyatla yaklaşmamızı gerektirir. Zira bu ifadeler ile Üstad’ın bakış açısı arasında uygunluk yoktur. Onun için tahkike muhtaçtır…
Şimdi, Badıllı’nın, Üstad’ın tashihinden geçmiştir dediği ve 1946 tarihli bu belgeleri birlikte verip karşılaştıralım:
Aynı kişiye (Selahaddin Çelebî) ait olan ve esasta aynı olması gereken iki Osmanlıca metnin, önce farklılıklarına bakalım:
1- Birinci metnin başı “İnebolu havalisindeki umum Nur Şakirdleri namına Selâhaddin’in, Üstad’ının Tarihçe-i Hayatı’ından çıkardığı bir hülasasının bir parçasıdır.” şeklindedir. İkinci metin ise, Üstad’ın el yazısı olarak görülen bir girişle başlamış ve şöyledir: “Risale-i Nur’un şakirdlerinden Selâhaddin’in ehl-i siyasete bakarak Üstad’ını müdafaa eden bir fıkrasıdır.”
2- Birinci metnin ikinci satırı, parantez içinde (Üstad’ımızın Tercüme-i Hâline Kısa Bir Nazar) şeklinde bir başlıktan sonra, onun altında “Mevlid-i Üstad: 1290/1873, Vefat: 1329/1960 = 89/87” yazılmış iken, ikinci metinde şöyledir: “Bismihi Sübhanehu. Üstad’ıma yapılan son tazyik münasebetiyle yazılmış. İhtiyar, dermansız, eşsiz ve dostsuz; senelerdir inzivaya çekilmiş, ikamete memur ve daimi tarassud altında bulunan yetmişlik bir âlim, yirminci asrın hem Bediüzzaman’ı, hem Garibüzzaman’ı.”Bu cümle bittikten sonra, “Tercüme-i Hâline Bir Nazar” diye ayrıca bir başlık atılmış.
3- Birinci metin’de Şeyh Said Hadisesine ilişkin paragraf, “Şark İsyanı’nda Şeyh Said ve askerleri Üstadımız Bediüzzaman’ın Şark’taki büyük nüfuzundan istifade için…” şeklinde başlarken, “Hem red cevab vermiş, hem de mücadelesinden vazgeçmesini söylemiştir.” cümlesiyle bitmektedir. İkinci metindeki paragraf ise, “Şark İsyanı’nda Şeyh Said, onun Şark’taki büyük nüfuzundan istifade için…” şeklinde başlayıp “Hem neticesiz mücadeleden vazgeçmesini işaret buyurmuştur. İsyan hitamında, Şark’ın ileri gelenlerini uzak yerlere ikamete nakilleri…” ifadeleriyle sürüp gitmektedir.
4- Birinci metin Osmanlıca Teksir Asa-yı Musa’nın 250’inci sayfasında (Bkz. Mufassal Tarihçe, 533) geçerken, ikinci metnin başına ve ortasına konulan rakamlara bakılırsa (789, 791) hangi kitaptan ya da dosyadan alındığı meçhuldür. Ayrıca ikinci metinde, 789’uncu sayfadan, bir sayfa atlanılarak 791’inci sayfaya geçildiğine de dikkat edilmelidir… Bu iki sayfanın montaj olduğu da yazılar arasındaki tenasüpsüzlükten bellidir. Dolayısıyla, sayfa montajı, yazılar arasındaki karakter uyumsuzluğu bu belgeyi şaibeli hale getirttiği gibi, daha başka hususlar da iddiamıza destek vermektedir.
Bunlar:
a- Her iki metinde kullanılan “isyan” kelimesi, Üstad’dan ziyade başkalarının şablonudur. “İsyan”, “asi”, “usât”, “kuvva-i asiye”, “rüesâ-yı usât”, “usât-ı bağiye”, “asi Şeyh Said”, “reisu’l-usât”, “Kürd harekât-ı isyaniyesi” gibi basmakalıp ifadeler TBMM Zabıtları ve İstiklal Mahkemesi tutanaklarında geçen resmi söylemlerdir. Bütün Külliyat tarandığında, hep “Şeyh Said hadisesi”, “Şark hadisesi” ifadeleriyle yüzleşiyoruz; tıpkı “Menemen hadisesi” gibi… Zira Bediüzzaman, “isyan” kelimesinin fıkhî ve ıstılahî anlamını ve çağrışımlarını bilemeyecek kadar –hâşâ – ilimden bîbehre değildir.
b- “Şeyh Said’e Bediüzzaman’ın cevabıdır” şeklinde nakledilen ifadelerle, bir millet mutlak manada masumlaştırılıp “ismet” sıfatına büründürülürken, karşı çıkanlar ise mutlak manada töhmet ve zan altına sokulmuştur; bir çeşit “makbul ırk”, “melun ırk” saplantısına girilmektedir. Bu ise, Irk kültü ya da fetişizminin Bediüzzaman’ın diliyle meşrulaştırılmasıdır. Bu bağlamda, keyfî, küfrî ve cebrî idarelere karşı meşru müdafaa ve kıyamlarıyla tebarüz eden Hz. Hüseyin ve İmam Zeyd gibi zatların kıyamlarının sorgulanması ve tartışılır hâle gelmesi gibi bir tenakuzla karşı karşıya geliyoruz? Zira onların karşısında da Müslüman bir halk ve Müslüman bilinen yönetimler vardı.
Burada bir parantez açmakta maslahat görüyorum:
Bediüzzaman’ın, Onbirinci Şua’da geçen “Eğer maddi müdafaadan Kur'an men etmeseydi, bu milletin can damarı hükmünde, umumun teveccühünü kazanan ve her tarafta bulunan o şakirtler, Şeyh Said ve Menemen hadiseleri gibi, Cüz'i ve neticesiz hadiselerle bulaşmazlar. Allah etmesin! Eğer mecburiyet-i kat'iyye derecesinde onlara zulm edilse ve Risale-i Nur'a hücum olsa; elbette hükümeti iğfal eden zındıklar ve münafıklar bin derece pişman olacaklar. Elhasıl: Madem biz ehl-i dünyanın dünyalarına ilişmiyoruz onlar da bizim ahiretimize ve imanî hizmetimize ilişmesinler” ifadesindeki “Eğer maddi müdafaadan Kur'an men etmeseydi” cümleciğini esas alıp devamını okumamak, kaale almamak, tipik bir Bektaşîlik mantığıdır. Hâlbuki bir sonraki “Eğer”le başlayan “Eğer mecburiyet-i kat'iyye derecesinde onlara zulm edilse” cümlesi de görülmeli; bağlamıyla birlikte nazar-ı dikkate alınmalıdır, tâ ki yanlış bir mecraya sürüklenilmesin.
Evet, Bediüzzaman’ın maddi cihada bakışının Kur’anî olduğunda şüphe yoktur. Onu, maddi cihadın tamamen karşısında görmek ve öyle takdim etmek, yüzlerce ayet-i kerime ve ehadis-i şerifenin inkârını doğurur. Maddi kuvvetin kullanılmasına dair bazı özel şartlarda söylediği ifadelerinden yola çıkarak, Bediüzzaman’ı cihad düşmanı göstermek, onun mukaddes davasına ve ortaya koyduğu devasa Külliyatına ihanettir. Onaltıncı Lem’ada geçen “Amma maddî cihadın muktezası ise; o vazife şimdilik bizde değildir. Evet, ehline göre kâfirin veya mürtedin tecavüzatına sed çekmek için topuz lâzımdır. Fakat iki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir. Topuzu tutacak elimiz yok!..” cümlesi bu kabildendir. Yani, “O vazife şimdilik bizde değildir” derken, “Şimdilik” ifadesiyle bunun mutlak olmadığını, kayıtlı ve sınırlı olduğunu belirtiyor. Çünkü zaman, zemin ve şartların elverişsizliği, hükümlerin tebeddülü (değişimi) üzerinde rol oynar. Üstad ve talebelerinin hapis, sürgün, mahkeme ve tarasutlu hâlleri dikkate alınırsa, onun niçin “Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir. Topuzu tutacak elimiz yok!..” dediğini daha iyi anlamış oluruz. Yoksa, İlahî ve Nebevî naslarla sınırları belirlenmiş maddi cihadı, değil Bediüzzaman, bütün müctehidler de toplansalar nesh ve iptal edemezler. Bir nası, ancak daha güçlü bir nas hükümden iskat edebilir. Din tamamlandığına göre, bu hususta inanan insanlar için teslimiyetten başka yol yoktur.
Onbirinci Şua’da, Bediüzzaman “La ikrahe fî’d-dîn...” ayetinin tefsirini yaparken, bu ayetin mevzumuza ışık tutan şöyle bir açıklamasını yapmaktadır: “Gerçi o tarihte (1350-1931) dini, dünyadan tefrik ile dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silâhla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükümetlerde bir kanun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor ve hükümet, lâik cumhuriyete döner. Fakat ona mukabil mânevî bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkikî kılıcıyla olacak. Çünkü dindeki rüşd-ü irşad ve hak ve hakikati gözlere gösterecek derecede kuvvetli burhanları izhar edip tebyin ve tebeyyün eden bir nur Kur'ân'dan çıkacak diye haber verip bir lem'a-i i'caz gösterir.” Dikkat edilirse, lâik cumhuriyet rejimlerinin sadece “din için silahlı cihada” değil, aynı vakitte silahsız “mücahede-i diniyeye” de karşı olduğunu ve bunu yaparken de “hürriyet-i vicdan” kamuflajıyla lâiklik maskesi altında icra-i faaliyet ettiğini belirtiyor. Dolayısıyla İslâm’ın emrettiği maddi cihadı görmezlikten gelmek, hatta ve hatta demode olduğunu ileri sürmek, tam anlamıyla bir inanç kirlenmesidir; sekülarizmin bir zehirlemesidir. Bediüzzaman’ı bundan tenzih ederken, Nurculuk adına bu zehire bulaşanları ve bulaştıranları da uyarıyoruz.
Bediüzzaman’ın şu sözlerini kulakardı edemeyiz: “Aç canavara karşı tahabbüb, merhametini değil, iştihasını açar. Hem de döner, diş ve tırnağının kirasını da ister.” Ve “Kardeşlerim namına acizane diyorum ki: Lüzum olursa, inşaallah çok ileri geçeceğiz. Bizler, dinde olduğu gibi, kahramanlıkta da ecdadımızın vârisleri olduğumuzu göstereceğiz.”
c- Bir toplumun ya da ordunun geçmişinin çok parlak olması; Kur’ana ve İslâm’a bayraktarlık yapması onun her zaman ve her hâlukârda öyle olduğuna ve öyle kalacağına delalet etmez. Zira, Kur’anın açık nassı var: “Eğer Allah’ın dininden yüz çevirirseniz, Allah sizi giderir, yerinize başka bir kavim getirir…” diyor. Her kesin hayrı da, şerri de kendisinedir. Geçmişin hayrı bizi hayırlı kılamayacağı gibi, şerri de bize ait değildir. Bizimki de onlar için… O halde, Bediüzzaman’ı bu hakikatten gafil göstermek, onu mazinin mutlak meftunu, hâlihazırın da günah silicisi konumuna düşürtmek ne kadar doğru ve insaf ölçüleriyle ne kadar bağdaşmaktadır? “Birinci Dünya Savaşının çalkalamasıyla yağı alınmış ayrana döndü” dediği ordu, acaba Rus ya da Amerikan ordusu muydu? Bu gün hukuka mahkûm olan muvazzaflar, o gün hukuk tanımaz bir konumda değil miydiler? Yakın tarihin anlattığı hukuk ihlalleri yalan mı acaba?
d- Her iki belgeden hiç birinin, Külliyat’ın hiç bir eserinde yer almaması; bu belgelerin geçersiz ve aynı zamanda Üstad’ın bakış açısına göre butlan olduğunu göstermektedir. Üstad’ın rızası olmadan Asa-yı Musa’nın ahirine dâhil edilmiş olacak ki, sonraki baskılardan çıkartılmıştır. Selahaddin’in bu mektubu ya da takrizi, şayet Üstad’ın tashih ve rızasına mazhar olsaydı, hiç şüphesiz bu gün de Külliyat’ın herhangi bir esrinde yerini alacaktı. Olmadığına göre, hiç bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Rivayetlerle, rüyalarla hakikatin rengini değiştirenler, indallah mesul oldukları gibi, ehl-i hak ve tahkik insanların nezdinde de mahkûm olacaklardır.
e- Benim şahsî kanaatim o ki bu belgelerin Üstad’ın tashihinden geçtiğini iddia edenler, bu iddialarıyla çaldıkları minareye kılıf uydurmuşlardır. Zira Badıllı Ağabeyin ifadesine göre Selahaddin’in mektubu “muhtasar bir tarihçe”, Zekeriya Yıldız’ın ibraz ettiği aynı mahiyetteki mektup ise, Üstad’a mal edilen üstteki yazıya göre “ehl-i siyasete bakarak Üstadını müdafaa” yazısıdır. Hangisine inanılmalı! Tarihçe olursa, “Tarihçe-i Hayatı’ndan çıkardığı bir kısacık hülasa” başlığından anlaşılıyor ki, Büyük Tarihçe’den alınmıştır. Bu durumda, Büyük Tarihçe’de “Şark isyanında Şeyh Said ve askerleri” gibi bir ifade yoktur. O halde, bunu nereden çıkartmıştır, deme hakkımız yok mudur? Yok, “müdafa” ise, bu nasıl bir müdafaadır. “Tercüme-i Haline Kısaca Bir Nazar” başlığına muvafık yazılan bir yazı nasıl müdafaa olabilir? Hâsılı; bu bir belge uydurmacılığı ya da tahrifat ustalığıdır. Bu ustalıkla, Şeyh Said ve hareketi hakkında öteden beri söyledikleri yalan ve dolanlarına bir gerekçe uydurmuşlardır. Ama unutulmasın ki, Bediüzzaman’dan açık bir ifade, yani ona isnad edilen mektup ortaya çıkarılmadıkça bu yalanın doğru olarak tavsifi mümkün olmayacaktır. Mektup da olmadığına göre, bu yalan yalan olarak kalacak ve bu yalanın uydurukçuları da hep yalancılar olarak vesmedilecekler.
f- Bekir Berk’in “Nurculuk Davası” ve ondan naklen Necmettin Şahiner’in “Bilinmeyen Taraflarıyla Said Nursî” kitabında bahsi geçen bir Kör Hüseyin Paşa hadisesi var. Bu paşa, güya Şeyh Said adına Erek Dağın’da Üstad’ın yanına gitmiş ve ondan destek talebinde bulunmuştur. Olabilir mi? Değil! Farzedilim ki öyle olsun... Peki, söz konusu paşa ve arkadaşlarının geldiğini ve neler konuştuğunu rivayet eden Van Çorevanisli Ali Çavuş, neden iddia edilen mektuplaşmadan bahsetmiyor? Hiç düşündünüz mü? Gelen heyet, madem Şeyh Said’in heyetidir deniliyor, o halde onun mesajını getirmeleri gerekmez miydi? Ya da Üstad’ın onlar aracılığıyla Şeyh Said’e mektup göndermesi gerekmez miydi? Kısacası, olayı hangi boyutuyla ele alırsak alalım; bu mektuplaşma olayının doğrulanması mümkün olmuyor. Sadece mektuptan bahsetmek yetmez, o mektup resmî postacılarla gönderilmediğine göre, Şeyh Said’in postacısını da belirtmeleri gerekmez miydi? Bu uydurma haberi çıkaranlar, neden Şeyh Said’in postacısını da söylemiyorlar? Demek, bu meselede en sağlıklı olanı, mektubun bizzat bu heyetle gönderilmesi ve alınmasıydı? Hâlbuki olayın seyrinden, böyle bir sonucu çıkarmak mümkün olmadığı gibi, Kör Hüseyin Paşa’nın teşebbüsünün de Şeyh Said Hadisesiyle hiç bir alakası yoktur.
Evet; bu yalan öylesine ileriye taşırıldı ki, merhum ve meşhûd Şeyh’e kalmadık iftiralara kadar götürüldü. Kendisini idam eden İstiklâl Mahkemesi’nin celladı Ali Saib dahi, “Asla Kürtçülük meselesi yoktur, sırf dinî bir harekettir” (Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, İst. 1991, c. 4, s. 1324) dediği halde, sözüm ona dindar, hatta Nurcu olarak bilinenler, Şeyh Said’i İngiliz oyuncağı ve işbirlikçisi yaptılar. Bakın ne diyorlar: “Fıtraten heyecanlı, dinde hassas ve kahraman yapılı Şark insanının hissiyatının tahriklere elverişli olduğunu tesbit eden İngilizler, isyanı Avrupa'dan destekliyor. 1 Şubat 1925'te isyan bayrağını açan Şeyh Said ve onu destekleyen güçlerle hükümet kuvvetleri uğraşıyor. Her iki tarafın hayli zayiatlar vermesinden sonra Şeyh Said ve adamları 15 Nisan 1925'te yakalandı. Yapılan tahkikat neticesinde, isyancıların giydikleri elbiselerin ve üzerlerinde yakalanan silah ve cephanelerin Avrupa'dan yollandığı, dağıtılan bildirilerin de yine Avrupa matbaalarında basıldığı anlaşıldı.” (Yakın Tarih, c. 4, s. 40, Yeni Nesil Yayınları, İst. 1988)
Yine, Yeni Asya Yayınları tarafından 1992’de basılan “Kürt Gerçeği” kitabında, yazar Zekeriya Yıldız şöyle diyor: “Seyyid Abdülkadir başkanlığında İstanbul'da kurulan Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti, İngiltere tarafından finanse edilmiştir.”(s. 77) ve “1925 Raman ve Reşko, 1925 Şeyh Said, 1926 Koçuşağı, 1926–1930 Ağrı, 1928 Sason, 1930 Zeylân Deresi ile Şemdinli olaylarında, Rusya ve İngiltere'nin yanında, (İran) Türkiye aleyhine bir politika takip etmiştir.” (s. 83 ve ayrıca bkz. S. 242)
Yazar Burhan Bozgeyik de, “Bu hadisede İngiltere’nin parmağı olduğu yolunda pek çok işaret mevcuttu... Şeyh Said ayaklanmasında İngiliz parmağı olduğu o devredeki gelişmelerden de bellidir. İngiltere’nin zengin petrol yataklarının bulunduğu bu bölgeyi (Musul) kaybetmesi an meselesidir. Ordu Musul’a girmek üzeredir. İşte o sırada Şeyh Said ayaklanması hem İngiltere’nin hem de CHF (Cumhuriyet Halk Fırkası) iktidarının imdadına yetişivermiştir.” (Yeni Nesil,13 Ocak 1989) ve “Şeyh Said isyanı, CHF iktidarının ekmeğine yağ sürmüştü...” (Yeni Nesil, 15 Ocak 1989) diyebilmiştir. (Bünyamin Ateş’in “TC Lâik Değildir kitabında da aynı şeyleri tekrar ettiğini belirtmeliyim.) Daha birçok örnek verebilirim; ancak numune olarak bunlar kifayet eder. Şimdi de, bu çevrenin, sosyalist-komünist olarak yaftaladığı bir yazardan örnek verelim: Mete Tunçay. Okuyun ve farkı siz farkedin!
“Hemen belirtmeliyim ki, resmî ideolojiyle ileri sürülen, bu harekete İngiliz kışkırtmalarının yol açtığı savı, bana inanması güç görünüyor. İngilizler, dinsel yönden halifeliğin geri getirilmesini amaçlayan, ya da siyasal yönden Kürdistan’ın bağımsızlığını gerçekleştirmek isteyen bir ayaklanmayı niçin kışkırtsınlar veya desteklesinler?... Bu konuda inandırıcı kanıtlar ortaya konuluncaya dek, Şeyh Said Ayaklanmasının İngiliz emperyalizminin bir oyunu olduğunu kabul etme olanağı yoktur.” (Tek Parti Yönetimini Kurulması, s. 128, 129)
Bir örnek daha verelim:
İngiliz arşivleri üzerinde araştırmalarıyla ünlü Prof. Dr. Ömer Kürkçüoğlu, hadiseyle ilgili olarak şöyle diyor: “Bu konuda (Şeyh Said olayı), İngiltere’nin kesin rolünü ortaya koyacak bir belgeye rastlamadık...” (Türk-İngiliz İlişkileri, s. 130) Kürkçüoğlu, Mete Tunçay’ın, “Türkiye’nin Kürt isyanında ajan provokatör kullandığı” şeklindeki görüşüne uygun olarak, “İngiliz belgelerinde, Kürt ayaklanmasının doğrudan doğruya Türkiye tarafından planlanmış olabileceği şeklinde bir iddiaya da rastladığını” belirtiyor. (a.g.e. s. 314–315)
İşte, bu izahlardan sonra, “el-insaf!” denilmeli, değil mi? Maalesef, kalp gözü (feraseti) körleşen Müslümanların Müslümanlığı sadece dilde kalıyor. Allah’ın “Bir fasık size bir haber getirdiğinde ona hemen inanmayınız; tahkik ediniz!” uyarısına rağmen, resmî ağız ve şablonların ötesinde bir “İngiliz kışkırtması” iftiracılığı başını almış gidiyor. “Bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevketmesin!” ayetine rağmen, gözleri ırkçılık kara perdesiyle kapanmış ve kalpleri ırkçılık marazıyla hastalanmış ve beyinleri ırkçılık zehiriyle sulanmış bu sağcı-muhafazakârlara ne demeli? Ona siz karar verin!
Özetle, kim ne derse desin; herkes hesabını Allah’a ve tarihe verecektir. Bu çerçevede şehid-i mazlumlardan Şeyh Said’in ve Hanili Şeyh Salih’in idam edilmezden hemen önce sarf ettikleri şu dizelerini, tarihe ve Allah’a karşı sorumluluklarını yansıtmada önemli bir gösterge ve haddini tecavüz edenlere güzel bir ders gördüğümden, aktarmada fayda mülahaza ediyorum. İşte o dizelerden Şeyh Said’e ait olanı:
“Bu değersiz dallarda beni asmanıza asla pervam yoktur.”
“Muhakkak ki mücadelem Allah ve İslâm içindir.”
Ve Şeyh Salih’in dizeleri:
“Gerçi enzar ı ehibbadan dahi dûr olmuşuz,
Rahmet i Mevlâ’ya yaklaşmakla mesrûr olmuşuz.
Hak yolunda müflis u hane-harap olduksa da,
Bu harabiyetle biz manada ma’mûr olmuşuz.
Ehl-i Hak’ız, korkmayız i’damdan, berdardan,
Çünki te’yid-i İlâhî ile mensûr olmuşuz.
Hâkim-i mubtıl yedinden madrubîn olduksa da,
Emr-i Hak’la şer’-i garra hakkını ifaya me’mûr olmuşuz.
Kul bize zulmen mücazat etse de pervâ etmeyiz,
Şüphemiz yoktur ki, indallahda me’cûr olmuşuz.
Salihim, ehl i salâhım dine can kıldım feda,
Lütf u Hakla teşnagân ı ab ı kevser olmuşuz.”
Hâsıl-ı kelâm: Kur’an’ın: “Uydurduğu yalanı Allah'a isnad edenden veya kendisine gelen hakikati yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Kâfirler için cehennemde yer mi yok!” ayeti; Hz. Peygamber’in “Her kim benim adımı kullanarak yalan bir haber uydurursa, cehennemde yerini hazırlasın!” hadisi, “yalancılar”ı açıkça cehennemle tehdid ederken, acaba Kur’an’ın müfessiri ve Hz. Peygamber’in varisi Bediüzzaman Said-i Nursî adına yalan uyduran sözde Nurculara ne demeli? Varın, hükmü siz verin! O zat, “Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima sûret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım tırşdır (ekşi). Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduâyı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz." derken, acaba hangi “mihenk”e dikkatimizi çeviriyor? Yoksa mihengimiz Kur’an ve Sünnet değil midir?
Unutmayalım: “Elhakku ya’lu wela yu’lâ aleyhi” düsturumuzdur. Yani “Hakkın hatırını kırmayacağım, hakikati söyleyeceğim. Zira hakkın hatırı âlîdir, hiçbir hatıra feda edilmez. Kimin hatırı kırılırsa kırılsın, yalnız hak sağ olsun!”
Unutmayalım: “Bir dane sıdk, bir harman yalanları yakar. Bir dane-i hakikat, bir harman hayalâta müreccahtır.”
Ve son olarak diyorum ki: Said-i Nursî ve Risale-i Nur Külliyatı, tahrifatçıların tecavüzünden kurtarılmalıdır. Bunun için, bütün ehl-i vicdana, hassaten de Nurlara sadık olanlara çağrım, bir “Âkîl Adamlar” heyetinin teşekkülü için adım atsınlar; talepte bulunsunlar. Tam ve tahrifsiz bir Külliyat’ın tab’ı için seferber olunsun! Zira “Biçare hakikatler kıymetsiz ellerde kıymetsiz olur.”
Vesselâm!...
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.