Makalemizin bu bölümü, söz verdiğimiz gibi, 3’üncü makalemizin tamamlayıcısı, dördüncüsünün başlangıcı olacaktır. Münferit mevkuteleri “belge” diye yutturanlara karşı, muhtelif ve alternatif belgelerle cevap vermenin en doğru ve kestirme yol olduğunu –her kes gibi– ben de bilmekteyim. Ancak büyüklerimizin, “def’-i şer celb-i nef’a racihtir” demeleri kabilinden, önce sahte belgelerin saptanıp ayıklanması elzemdir. “Sahtecilik”ten nemalanan çağdaş kalpazanlıktan susturulması, ancak bilgi ve belgelerin tevhidiyle mümkündür.
Malum, üçüncü yazımı maddeler halinde ele almış; Üstad’a mal edilen “Kürdler ve İslâmiyet” makalesinin ona ait olmadığını; Sebilürreşad gazetesi tarafından tanzim edilmiş irreasyonel ve operasyonel bir yazı olduğunu izaha çalışmıştım. Makalenin son kısmını da son bir maddeyle tamamlayalım:
15- Sebilürreşad’ın, “Said-i Kürdî’ye aittir” dediği “Kürdler ve İslâmiyet” makalesinin sonu şöyle bir cümleyle bitmektedir: “Seyyid Abdülkadir Efendi’nin beyanat-ı malumanesine gelince, bu hususta şimdilik bir şey söyleyemem. Bununla beraber, bu beyanatın tahrif edilip edilmediğini bilemiyorum.” cümlesinde geçen “beyanat-ı malumane”den kasıt, Seyyid Abdülkadir’in, “Biz istiklal değil, muhtariyet istiyoruz!” mealindeki ifadesidir. Ancak ilginç olan, koca protestoyu yazan(!) Said-i Kürdî’nin, KTC’nin başında bulunan Seyyid Abdülkadir’in beyanatı hakkında, “bir şey söyleyemem”, “bilmiyorum” gibi cehaleti işmam eden tereddütlü ifadelere sarılmasıdır. İşte bu cümle, tek başına, bu makalenin Üstad’a ait olmadığını, düzmece olduğunu ispata yetmektedir.
Said-i Kürdî, Seyyid Abdülkadir’i, babası Seyyid Taha’yı, oğlu Seyyid Abdullah’ı çok yakından tanıyan, sürekli ilişkide olan birisidir. Bu durumda, kendisinin de mensup olduğu KTC’nin başındaki bir şahsın sarfettiği bir söz hakkında, “bir şey söyleyemem”, “bilmiyorum” gibi tereddütlü ve baştan savmacı bir cümleyle geçiştirmesi asla doğru olmaz; hem konumu, hem de konunun ciddiyetiyle de bağdaşmaz. Demek, bahsi geçen makale, her yönüyle “Ben Said-i Kürdî’ye ait değilim; onun adına uydurulmuş bir mevkuteyim” diye bağırmaktadır.
Hâsılı: Bütün cümleleri akıl, mantık, ilim, izan, irfan, hukuk, siyaset, içtimaiyat düsturlarına aykırı düşen bir mevkuteyi Üstad’a mal edenleri bir kez daha düşünmeye, akletmeye davet ediyorum; özellikle de bu düsturları kendi muhitlerinden kovarak, had bilmezliğin ve pervasızlığın her çeşidine tevessül eden kimi akademisyenleri hicap ve nedamete çağırıyorum. Hele de, katledilen bir insan için ki henüz yerdeki kanı kurumamışken, geride kalan eşini ve iki çocuğunu adeta şişlercesine, “Su testisi, su yolunda kırılır” tweetiyle insanlığını ve Nurculuğunu beş paralık edenleri...
Gelelim yeni bir belgemizi(!) tanımaya, kimliğini deşifre etmeye...
Belgenin adı, “Kürdler ve Osmanlılık”; konusu, –“Kürdler ve İslâmiyet” makalesinde olduğu gibi– Şerif Paşa-Bogos Nobar ittifakı(!); kaynak, “İkdam” gazetesi... Osmanlıcılık temelinde kurulan İkdam(1894), İstibdad ve Meşrutiyet sürecinde milliyetçi-mukaddesatçı bir politika izlerken, Cumhuriyet evresiyle birlikte katı bir Türkçülüğe evirilmiştir. İlk dönemde, Kürdler için, “kavm-i necib” diyecek kadar sitayişkâr ifadeler kullanan İkdam, Cumhuriyet döneminde tahkirci ve inkârcı bir zihniyette karar kılmıştır. Her ne ise...
İkdam’ın “Kürdler ve Osmanlılık” başlığını taşıyan protesto dilekçesi, yarım sayfalık bir yazıdır. Bu yazının altına, 3 şahsın adı iliştirilmiştir. Bunlar, “Sadât-ı Berzenciyeden Davâ Vekili Ahmed Arif”, “Ulema-i Ekrâddan Said-i Kürdî” ve “Hizan Sadât-ı Kiramından Muhammed Sıddık”tır. Yazı, kısa da olsa, muhteva itibariyle, bir önceki makalenin aynısıdır. Tek farkı, altındaki isimlerdir. Amacım, bu yazının –altındaki isimlere rağmen– Üstad’a ait olmadığını ortaya koymaktır. Bunun için, 100 kadar İkdam sayısını inceledim. Bu sayılar, adı geçen belgeyle birlikte, öncesi ve sonrasına ait tarihleri kapsamaktadır. Gazetede, Said-i Kürdî Hazretlerine ait ikinci bir yazı ya da habere rastlamadım. Kesintili de olsa, Üstad’ın İstanbul’daki hayatı, 1918-22 yılları arasındadır. Bu dört yıllık sürede, yazı verdiği gazetelerin tamamı tespitlidir; bunların arasında “İkdam” yoktur.
Başta kimi “Nurcu” çevreler olmak üzere, “Türkçüler”in can simidi gibi sarıldıkları bu belge(!), “Kürtçüler” için de ele geçmez bir fırsat doğurmuştur. Öncekiler, bu belgeyle Said-i Kürdî’yi müesses nizamın avukatı ve yılmaz bekçisi yaparlarken, berikiler, onu “hain” ve “Kürd düşmanı” diye lanse etme gayretindedirler. Bu durumda, meselenin aslını ortaya koymak farz gibidir. Zira Said-i Kürdî’yi yakından tanıyan ve okuyan biri olarak, Kürdî’nin ideal kişiliği ile hakkındaki iddialar arasındaki çelişkiyi gayet iyi bilmekteyim. Müteveffa bir âlimin hukukunu korumak, her Müslüman gibi, benim de görevimdir. Bu çerçevede, istismar edilen malum makaleyi de masaya yatırmak zorundayız. İşte bahsi geçen makale, yani protesto yazısı(orijinali):
Latinize edilmiş halini verelim:
“KÜRDLER ve OSMANLILIK
Şerif Paşa’nın Ermeniler İle İ’tilâfı
Kürdlerin Hiddet ve Galeyânı
Paris’de bulunan Şerif Paşa’nın Bogos Nobar Paşa ile Kürd milleti hesabına olarak akdettiği i’tilâf hakkında yazmış olduğumuz başmakalede bu i’tilâfın ciddi ve hakiki olamayacağı fikir ve kanâ’atını dermeyân eylemiş idik. Zira her zaman merd ve necîb Kürd milletinin câmi’a-i Osmaniyeden iftirak etmeyi asla hatırından geçirmediğini, o kavmin şimdiye kadar gösterdiği harekât ve süknânından tamamen anlamış idik.
Filhakika, makalemizin intişarı üzerine birçok Kürd mu’teberânı idarehanemize gelerek Şerif Paşa’nın i’tilâfı, umum Kürd milletine izâfe edilemeyeceğini ve Şerif’in böyle bir i’tilâf akdine asla salâhiyetdar olmadığını beyan eylemişlerdir.
Şehrimizde sakin Kürd ricâlinden bu i’tilâfı protesto yolunda birçok muharrerât vârid olmuştur. Bunlardan birini, bervech-i zîr aynen derç ediyoruz:
“İkdam Ceride-i Mu’teberesine
Evvelki günkü gazeteler, Paris’de Şerif Paşa ile Ermeni Hey’et-i Murahhası Reisi Bogos Nobar Paşa arasında Kürdistan ve Ermenistan hakkında bir i’tilâf akdedildiğini yazarak Kürd efkâr-ı umumiyesinden istizâhda bulunuyorlardı.
Dört buçuk asırdan beri vahdet-i İslâmiye’nin fedakâr ve cesur hâdim ve terafdarları olarak yaşamış ve dinî an’anesine sadakati gâye-i hayat bilmiş olan Kürdler, henüz beş yüz bine karib şühedasının kanı kurumadan, şişlere geçirilen yetimlerinin, gözleri oyulan ihtiyarlarının hâtıralarını teessürlerle anarken, İslâmiyet’in zararına olarak, tarihî ve hayatî düşmanlarıyla i’tilâf akdetmek suretiyle salâbet-i diniyeleri hilâfında iftirakcuyâne âmâl ta’kîb edeemzler. Binâenaleyh, Kürd vicdan-ı millîsinin bu tarz tahassüsüne muğayir hareket eden zevâtı da tanımazlar ve yegâne emelleri de vahdet-i dinî ve millîlerini muhafaza olduğundan, keyfiyetin izâhına delâlet buyurulmasını muhterem gazetenizden istirham ederiz.
Revanduz Hânedanından Binbaşılıktan müteka’id Ahmed Reşid Bey dahi şu suretle beyân-ı efkâr etmiştir:
“Şerif Paşa, Kürd milletini temsil edemez. Millet ona murahahslık salâhiyeti vermemiştir. Kürd milleti, Devlet-i Osmaniyeden infikâk etmeğe şiddetle mu’arrızdır, Hilâfetten ayrılmak onlar için en büyük bir günahtır. Hatta Şafi’iyu’l-Mezheb olanlar, Hilâfetten iftirakın talâkı mucib olacağına iman ederler. Kürdlerin mukadderatı ta’yin edilirken, asıl Kürd milletine müraca’at olunmak lazımdır. Onun bu hususda vereceği karar ise, ebediyen Hilâfete merbut kalmak merkezinde olacaktır.
* *
“Bu babda diğer Kürd ricâli ve erbâb-ı siyaseti nezdinde icra etmekte olduğumuz tahkîkatı dahi peyderpey işbu sütunlarda efkâr-ı umumiyemizin pîş-i dikkatine arz etmekte devam eyleyeceğiz. (İkdam, 2 Cemadiye’l-Ahir 1338, 22 Şubat 1336/1920, Pazar)
Evet, mevzumuzun mihverini oluşturacak ana belge budur. Okunduğu üzere, gazete, bunu Bediüzzaman’la birlikte 2 Kürd şahsiyete mal ediyor. Bediüzzaman Said-i Kürdî malum; ancak diğer iki şahıs hakkında neredeyse hiç bir bilgi yoktur. İnternetteki tüm aramalarımda, karşıma çıkan, yalnızca bu operasyonel yazıydı. Yazı, başta Nurcu siteler olmak üzere, daha çok devletçi-milliyetçi sitelerde yer almaktadır. Tamamı da aynı telden ve birbirinin kopyası… Neyse, bu iki şahsı, abone olduğum Devlet Arşivleri sitesinde tarattım, bulamadım. Jîn, Rojî Kurd, Hetawî Kurd, Kurdistan, Hawar, Kurd Teavün ve Terakki Gazetesi gibi Kürdçe yayınlarda aradım, taradım; bulamadım. Sadece sondaki gazetenin 2 Ocak 1920 tarihli 5. Nüshasında, “Sadât-ı Berzenciye’den Esseyid Ahmed Arif”e ait, “Meclis-i Meb’usana İthaf-ı Teşekkürât-ı Kürdâne” başlıklı bir kısa yazısına rastladım; o kadar…
Dinî hislerle kaleme alınmış bu kısa yazının dışında, Ahmed Arif’i tanıtan hiçbir bilgiye ulaşamadım. Şunu da söyleyeyim; Prof. Dr. Ahmet Akgündüz’ün ansiklopedik ve belgeleri bol “Arşiv Belgeleriyle Bediüzzaman Said Nursî” adlı kitabına baktım; onda da bu şahıslar tanıtılmamıştır. Hâlbuki bu kitabın müellifi, Bediüzzaman’la ilgili-ilgisiz her kesin tarihçe-i hayatlarını –hem de mufassalca– dipnotlar şeklinde yazmıştır. Ancak ideolojisine alet ettikleri bu belgenin diğer iki sahibinden(!) bir satırlık dahi bahsetmemiştir. Halbuki iddiası, “Hiç bir şey gizli kalmayacak” şeklindedir. Heyhat!...
Neticede, doğrudan Hizan’la temasa geçtim; aldığım bilginin hülasası şudur: “Sadât-ı Hizan’dan İhtiyat Binbaşısı Muhammed Sıddık, Hizan’ın Geliyê Nemiran mıntıkasında yer alan Parnîs köyünde doğmuştur. Arvasîlerden olup babasının adı Muhammed Şerif’dir. Yunanlılarla yapılan bir savaşta şehid olmuştur. Geride çocuk bırakmamıştır.” Bu kadarı yeter; tafsilâtlı bilgi, bana sonrada gönderilecktir...
Esas irdelenmesi gereken nokta, Üstad’ın, bunca tanınmış arkadaş ve talebeleri dururken, Nurculara bile meçhul kalmış bu iki şahısla atağa geçmesi; Şerif Paşa’yı protesto etmesidir. Henüz mahiyetleri ve misyonları tam olarak vuzuha kavuşmamış bu iki şahsın Bediüzzaman’la ilişki dereceleri; bunların o sıralarda İstanbul’da olup olmadıkları meçhuliyetini korurken, biz geçelim İkdam’ın belge diye sunduğu varakaya. Bunun da ciddi bir tahlil ve tenkide tabi tutulması lazım; zira üstünkörü bir okuma ve ön kabulcülük, hakikatin anlaşılmasına engeldir. Bu engeli ortadan kaldırmak adına, –bir önceki yazımda olduğu gibi– maddeler halinde tahlil ve tenkitlerime başlıyorum:
1- Belgenin baş kısmındaki “Paris’de bulunan Şerif Paşa’nın Bogos Nobar Paşa ile Kürd milleti hesabına olarak akdettiği i’tilâf hakkında yazmış olduğumuz başmakale” ifadesinden anlaşıldığı üzere, İkdam gazetesi, bu meseleyi özel ajandasına almıştır. Yani ortada fol yok, yumurta yokken, Paris’te bulunan Kürd Şerif Paşa’nın, Ermeni Bogos Nobar’la anlaştığını; Kürdistan’ı Osmanlıdan koparıp müstakil bir “Birleşik Kürdistan-Ermenistan Devleti”ni kurma teşebbüsünde bulunduklarını algısal ve yönlendirmeli bir ön yazıyla gündeme taşımıştır. Yani “Ey İslamcılar, ey Osmanlıcılar, ey Türkçüler! Hüşyar olunuz; Kürdler ve Ermeniler adına iki hain, Emperyalist devletlerle tevhid-i efkâr ve te’lif-i menfaat eyleyerek Osmanlıyı parçalamaya; ecnebi himayesinde bir Ermenistan ve Kürdistan teşkiline sa’y etmektedirler! Zinhar, buna müsaade etmeyiniz!” kabilinden şeyler…
Sonrasında, söz ve nazlarının geçtiği Kürd ulema, meşayih ve siyasiyunlarıyla da temasa geçerek vehamet-i hali trajik ve provakatif bir üslupla aktarmışlardır. Sözlü ve yazılı bu yönlendirmeler, işin hakikatinden bihaber Kürdlerin gözünde, hem Şerif Paşa’yı, hem de Kürdistan Teali Cemiyeti’ni şeytanlaştırmış; dâhilî düşman ilan ettirmiştir. Hâlbuki daha önce de belirttiğim gibi, Şerif Paşa’yı Paris’te görevlendiren bizzat Padişah Vahdettin’dir. Şerif Paşa, bırakın müstakil bir Kürdistan kurmayı, aksine, Paris Konferansı’ndaki kompradorların Kürdistan’da bir “Ermenistan” kurulması gayretlerine engel olmuştur. Çünkü Şerif Paşa’nın mensubu olduğu Kürdistan Teali Cemiyeti’nin hedefinde bağımsızlık değil, “muhtariyet” (özerklik) vardı. Hem de hilafete bağlı bir özerklik…
Evet, “hilafete bağlı” diyorum, çünkü haksız saldırılara maruz kalan, İkdam ve benzeri gazetelerin yalanlarla yüklü provakatif yazılarına tahammülü kalmayan Şerif Paşa, bizzat İkdam’a şu tekzip telgrafını göndermiştir. Okuyalım:
İkdam’ın alaycı bir üslupla sütunlarına taşıdığı telgrafın tıpkı çevrisi:
“ŞERİF PAŞA, MAKAM-I HİLÂFETE MERBUTİYETİNİ TE’YİD EDİYOR
Monte Carlo’da bulunmakta olan Şerif Paşa’dan 21 Nisan tarihiyle âtideki telgrafnameyi aldık:
“Makam-ı mukaddese-i Hilâfete amîk bir surette merbut bulunduğum ve bir takım efkâr-ı muzırra-i iftirakcuyane ile buna halel vermeyi kabul etmediğim için, Sulh Konferansı nezdindeki Kürd Hey’et-i Murahhası riyasetinden istifa ettim. Her şeyden evvel Müslüman bulunduğum için, hiçbir fırka-i siyasiyenin taht-ı nüfuzunda bulunmaksızın bütün mesa’imi hukuk-i Hilâfet’in vikaye ve muhafazasına hasredeceğim.” (Şerif).
Bu telgraf, aslında başta İkdam olmak üzere bütün müfteri basının hayâsız yüzüne indirilen bir şamardır. Avrupa’da müreffeh bir hayat ve yüksek itibar sahibi olan Şerif Paşa’nın bu sözleri söylemesine hiç ihtiyacı yoktur. Söyledikleri, inancıdır; yoksa “Alın, başınıza çalın!” diyebilir ve hiç de “Hilâfet’e amîk bağlılığını” ifade etmeyebilirdi. Ama onu “efkâr-ı muzırra-i iftirakcuyane” ile afişe eden İkdam ve benzerlerine, adeta “tuh!” dercesine, imalı ve tarizli bir uslupla serzenişini dile getiriyor. Tabii, onun bu telgrafını “korkaklık” ve “pişmanlık”la tefsir edenler de olacaktır elbette, ancak “İttihadçıların suikastçıları”ndan korkmayan Şerif Paşa’nın, zayıf bir hükümetten hiç korkmayacağı apaçıktır.
2- Malum gazete, kendisinin “başarılı(!)” haberciliğini ve aslında Kürd kamuoyu üzerinde bıraktığı etkinin boyutunu anlatmak sadedinde, şöyle diyor: “Filhakika, makalemizin intişarı üzerine birçok Kürd mu’teberânı idarehanemize gelerek Şerif Paşa’nın i’tilâfı(nın), umum Kürd milletine izâfe edilemeyeceğini ve Şerif’in böyle bir i’tilâf akdine asla salâhiyetdar olmadığını beyan eylemişlerdir.” a- “Birçok Kürd mu’teberânı idarehanemize gelerek”, b- “Şerif’in böyle bir i’tilâf akdine salâhiyetdar olmadığını” cümlelerine –lütfen– dikkat edelim!
Bir sefer, o “birçok” dedikleri, protesto yazısındaki 3 kişi, bir de Ahmed Naim Efendi(Babanzade)dir. Şayet bunların dışında başkaları da olsaydı, herhalde isimlerini belirtirdi. Didik didik ettiğim hiçbir sayısında, “birçok” iddiasını destekleyen bir başka belgeye rastlamadım. Çünkü İstanbul’daki Kürdler, İkdam’a her zaman mesafeli davranmış, itibar etmemişlerdir. Dolayısıyla gazete, kendi kendine gelin-güvey olmuştur. İkincisi, Padişah’ça görevlendirilmiş ve Konferans’a gitmişken de Ermeni iddialarına karşı Kürdleri savunan birisi için, “salâhiyatdar değildir” demek, asparagasça bir saptırma örneğidir.
Bu meyanda, gazetenin bir diğer abartısı, aslında yalanı ise şudur: “Şehrimizde sakin Kürd ricâlinden bu i’tilâfı protesto yolunda birçok muharrerât vârid olmuştur.” demektedir. Bahsi edilen “Kürd ricali” belli olmadığı gibi, bu “birçok muharrerât” da bilinmemektedir. Eğer Kürdlerden birçok protesto yazışmaları olsaydı, İkdam bunları sahiplenir ve hepsini neşredecekti. Hâlbuki az yukarda değindiğim gibi, tek sermayesi, 3 kişi adına tanzim edilen protesto varakası ve Ahmed Naîm Efendi’ye mal edilen protesto yazısıdır. Ki bana sorarsanız, bu yazının da Ahmed Naîm’e ait olduğu şaibelidir; niçin mi? En basitinden Şerif Paşa hakkında sarfedilen şu hakaretamiz ve yalanlı ifadeler Ahmed Naim gibi birine ait olamaz. Olamaz diyorum; çünkü Konferans’ta alınan kararlardan bihaber olarak suizanda bulunmayı, Naim’in âlim ve arif kişiliğiyle telif etmek muhaldir. İşte o ifadeler:
“… Şerif Paşa’nın Kürdlükle kat’iyen alâkası yoktur. Her ne kadar anası ve babası Kürd ise de, kendisi Kürdlükle alâkadar değildir. Kürd lisanından bir kelime bile bilmez. Terbiyesi, Kürdlük ve Türklükle gayr-ı mütenasibdir. Zaten şöhreti de Fransızca ‘beau cehèrif’ (bo şerif)dir ki, babası da kendisine bu unvanı vermiştir. Buradaki Kürd Kulubü’nün Şerif Paşa’ya salâhiyet verdiği iddia olunuyor. Bu da doğru değildir. Çünkü o Kulübün a’zâsından ekserisi, bu salâhiyet mes’elesinden kat’iyen haberdar olmadıklarını söylüyorlar. Binaenaleyh, kendisine selâhiyet verildiği yalandır.” (İkdam, 12 Cemadiye’l-Ahir 1338/3 Mart 1336/1920, Çarşamba)
Malum, bu hakaretin daha ağırını Diyarbakırlı Süleyman Nazif yapmıştı; “Boş Herif” kitabıyla…
Osmanlının son dönem dessas ve entrikacı gazetelerinin sık sık başvurdukları taktiklerden biri de “Kürdü Kürde vurdurmak”tır. Tipik İttihad ve Terakki taktiği... Lanetledikleri bir Kürdü, başka Kürdlere recmettirmek… Bu hep böyle olmuştur ve olmaktadır da. İşin bir diğer boyutu; iletişim ve ulaşımın bunca gelişmişliğine rağmen, zamanımızda bile bizi ilgilendiren birçok haber ve yazılardan haberdar olamıyoruz. Ancak tanıyan biriler haberdar edecekler ki, bizim de haberimiz olabilsin. Ki çoğu defa o başkaları da haberdar olamayabilirler. Bununla birlikte, diyelim ki haberimiz oldu; en fazla ya “mahkemelik” oluruz, ya da “A, affedersiniz, yanlışlık oldu!” der, bir tekzip notuyla geçiştirilir.
İşte, kanaatim o ki, İkdam’ın bu pervasızlığı da bu noktaya dayanıyor. Hatta daha da ötesi, İttihad’çı zihniyetin Kürdlere dair hazırlamış olduğu “tenzil”(aşağılama), “tenkil”(aktarma) ve “temsil”(eritme) politikalarına malzeme hazırlayan ünitelerden biri de İkdam gazetesidir. Bu gazetenin 1920’li sayılarına baktığımızda, Kürdlere dair müstakbel emellerini anlamak gayet kolaydır. Daha o zamanlarda Türklük-Kürdlük hevesiyle kategorik çalışmalar içine giren gazete, “Şurası Türk”, “Burası Kürd” gibi ayrıştırmalarla rengini belli etmektedir. Mesela “Konferansa Verilen Cevabî Nota” başlık yazısında, “Kürdistan” maddesinde bakın ne yazıyor:
“V - Kürdistan:
Zat-ı Şevketsemât-ı Hazret-i Padişahiye layenfek bir surette merbut olan Kürdlerin hiç bir vecihle istiklal-ı tamlarını istemedikleri ve âtiyen de istemeyecekleri gibi, hatta Türk milleti ile kendilerini birleştiren revabıtın gevşemesini bile arzu etmeyeceklerine Hükümet-i Seniyeyi ikna’ edecek pek ciddi esbab vardır. Maamafih, Hükümet-i Seniye, ahali tarafından bu arzu izhar olunduğu vakit, Kürd unsurunun hâkim bulunduğu arazide muhtariyet-i mahalliye kabulü düsturunu kabule amade olduğunu beyan eder.
Lâkin 62’inci maddede gösterilen hudud-i hakiki vaz’iyet-i ırkıyeye tetabuk etmemektedir. Ma’muratu’l-Aziz ve Diyarbekir vilâyetleriyle Siverek sancağının garb ve cenub aksamı Türk’tür. Yalnız Diyarbekir vilâyetinin şimal-ı garbisinde Dersim Sancağı Kürd’dür.
Kürd ahali, bilhassa Bitlis ve Van vilâyetleriyle Musul vilâyetinin bir kısmında kesif bir haldedir. Oralarda ve alelhusus İran’a mücavir mahallerde ve şimal tarafta Kürdler kesretlidir. Buna mukabil Erbil, Altunköprü, Tuzhurmatu mıntıkaları ekseriyeti haiz Türklerle meskûndur.
Milletler düsturunun bihakkın tatbiki iktiza eden ve hakikate müstenid olan şu mesailde ihtilâf vuku’unda beynelmilel bir komisyon ma’rifetiyle tedkîk-i keyfiyet olunabilir.”(İkdam, sayı: 8407, 20 Temmuz 1920)
Gördüğünüz gibi, hiçbir tarihî, coğrafî ve etnografik altyapısı olmayan, tamamen tahminî, sathî ve önyargılı bir bakış açısıyla Kürdlere yaklaşılmaktadır. Gazete, bu tip projelere veya algısal operasyonlara başvurarak, o günden bu güne rahat yüzü görmeyen Kürd ve Türk’ün talihsiz sayfasında silinmez bir kara leke olarak geçmiştir.
Her ne kadar kısa ve öz tutmağa çalışsak da, görüldüğü gibi, tarihin yalan, iftira ve saptırmalarla dopdolu olan kara sayfaları aklaşamıyor. Dolaysısıyla, “Şerif Paşa, KTC ve Said-i Kürdî Polemiği” konusunu bitirme emelimiz de gerçekleşmedi. “Kürdler ve Osmanlılık” belgesi(!)nin Bediüzzaman’ı ilgilendiren kısmına geldiğimiz bu noktada, asıl izahı bir sonraki yazıma bırakırken, sizleri Allah’a emanet ediyorum.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.