“Bağnazlık”, “önyargı” ve “şartlanmışlık” psikolojisi, insanın zindanıdır; düşüncesine vurulan prangalardır. Bu esareti yaşayan insan, dargörüşlü, ezberci ve basmakalıpçıdır; düşünce ve pratikleri, fasit bir cenderedeki gelgitlerden ibarettir. Tarihi, bugünü ve yarını; kişileri, olayları, akımları; dünya ve evreni kendi dar, kısır ve klişeleşmiş ezberleriyle değerlendirir, öyle yorumlar. Diğer bir ifadeyle, bütün varlık dünyasını ve ilgili bütün gerçekleri karanlık zindanına çeker, hapseder. Bunların ömrü böyle geçer, böyle sonlanır. Tıpkı bir ömür boyu, ördüğü ağına bağımlı ve mahkûm olan örümcekler gibi…
Örümcek dedim de, aklıma “örümcek kafalılar” deyimi geldi; bu deyim, tam anlamıyla tarif ettiğim kişilere denk düşmektedir. Bu örümcek kafalıların uzun zamandır esiri oldukları ezberlerden biri de Said-i Nursî’yi Şerif Paşa’ya karşı konumlandırmalarıdır. Tıpkı Şeyh Said’e karşı konumlandırdıkları gibi.
Şerif Paşa, Baban aşiretine mensup bir Kürd ve ender bir Osmanlı bürokratıdır. 16 Mart 1919’da Paris’te düzenlenen Dünya Barış Konferansı’na Osmanlı delegesi olarak katılır. Ancak, Konferans’ın henüz ilk oturumunda, Kürdleri de temsil ettiğini deklare eder; Kürd Teâli Cem’iyeti’nin programı muvacehesinde tavırla sergiler; Ermeni temsilcisi Bogos Nobar Paşa’yla ciddi tartışma ve atışmaları olur.
Mondros Mütarekesi (30 Ekim 1918 ) sonrasında, Emperyalist Devletlerin müzaheretine güvenen Ermeniler, Kürdistan üzerinde hak dava ederler; Wilson Prensipleri doğrultusunda, İngiliz himayesinde bir Ermeni devletinin kurulmasını talep ederler. Kurulacak Ermeni Devleti’nin en önemli şehirleri ise, ahalisisin ekserisi Kürd olan 6 serhat ilimizdir.(Diyarbakır, Bitlis, Muş, Van, Erzurum, Harput ve Sivas). Bu talep, Bogos tarafından dillendirilirken, Şerif Paşa, Kürd şehirleri olduğunu, ahalisinin ekseriyetle Kürdlerden müteşekkil bulunduğunu ısrarla savunmuştur; ödün vermemiştir. Netice; bu şehirlerde yapılacak bir nüfus sayımıyla durumun belirlenmesine karar verilmiştir. İşte, nifakçı basının “Kürd-Ermeni ittifakı” dedikleri şeyin aslı bu mutabakattır; gerisi, ırkçı-milliyetçi çevrelerin ilaveleridir.
Tarihten ve yalan-yanlış propagandalardan sarfınazar ederek, sözde “Ermeni-Kürt İttifakı” diye yutturulmaya çalışılan Şerif Paşa-Bogos Nubar mutabaktının sonrasına bakalım:
Paris’teki bu anlaşmanın akabinde, o günün milliyetçi, ırkçı ve Osmanlıcı basını, olayı çarpıtarak duyurdular. Başta Vakit, İkdam gazeteleri olmak üzere, Tasvir-i Efkâr, Sebilürreşad ve Zaman gibi gazeteler, tam bir karartma hamlesiyle, olayı bir “Kürd-Ermeni İttifakı” ve “Devlet-i Âliyenin parçalanması” şeklinde servis ettiler. Şerif Paşa’nın şahsında “Kürdistan Teâli Cemiyeti” şeytanlaştırılarak recme tabi tutuldu. Başta Seyyid Abdülkadir olmak üzere, Cemiyet’in bütün kurucuları “iftirakçı”(bölücü) olarak teşhir edildiler. Hâsılı, Kürdler, “Bölücülük Paranoyası”na kurban edildiler.
“Bölcülük” üzerinden geliştirilen anti-Kürd propaganda etkili olmuş olacak ki, Şerif Paşa bu işten el çekmiş ve Cem’iyetde kendi içinde çözülmeye gitmiştir. Gariptir, Kürdleri kâh “Ermeni müttefiki”, kâh “İngiliz güdümlü iftirakçılar” olarak düşmanlaştıranlar, bir sene sonra (Sevr’de) Ermenileri tanımak zorunda kaldılar; İngilizlerle uzlaşmaya girdiler. İngiliz muhibbanlığı ve mandacılığı ise işin cabası… Ve ilginçtir, Kürdlerin meşru taleplerini (ki Seyyid Abdülkadir’in ifadesiyle ‘muhtariyet’tir) “İngiliz fitneciliği”yle tefsir eden zihniyet, el altından Lord Gürzonlarla, Hayim Naumlarla ittifaklar kurdular.
Kürd düşmanlığını İngiliz şalıyla örtbas edenlerin 5 sene sonra Seyyid Abdülkadir, Şeyh Said ve 47 Kürd münevverini nasıl da ipe götürdükleri malumdur. Her ne ise…
Peki, bütün bunların yazımın başlığıyla ne alakası var? Yani, bu olayda Said-i Kürdî’nin (Bediüzzaman) medhali ne? Onunla ne ilgisi ver? İşte, asıl aydınlatılması gereken nokta burasıdır. Çünkü o günkü propagandistler, Şerif Paşa ve onun şahsında Kürd Teâli Cemiyeti’ni topa tutarken, toplarını iyi seçmişlerdir. Başta Kürd şehirlerindeki şeyh, âlim, aşiret reisi ve ağaların dilinden(!) Bab-ı Âli’ye protesto telgrafları keşide ederlerken, İstanbul’da da “Kürd mu’teberanı/mütehayyizanı” denilen bazı seçkinlerin kalemleriyle(!) de “tel’in” yazıları yazdırmışlardır.
İttihadçıların “Kuvva-i Milliye” ve “Müdafaa-i Hukuk” isimleriyle anılan kanatları ki iktidardaki “Hürriyet ve İtilaf Fırkası”na muhalif ve aynı zamanda yeni bir devlet yapılanmasına taliptirler. Bu muhalefet cephesi, hilafeti, İslam’ı ve dince mukaddes tanınan değerleri ustaca kullanarak Kürd bölgelerinde iyiden iyiye örgütlendiler. Bu derin damar, bölge insanını, özellikle de kanaat önderlerini elde ederek, istedikleri zaman Kürdleri Kürdlerle tasfiyeyi başarmışlardır. Kürdistan Teâli Cemiyeti’ni İngiliz emellerine hizmetçi olarak sunarken, İngilizlerle savaşan Güneyli Kürdleri asla nazara vermezlerdi. Bu propagandada en etkin elemanları, bölgedeki vali, kaymakam ve garnizon komutanlarıdır. Bunlar, kendilerini bölge halkının yegane temsilcileri görerek onlar adına her türlü beyanatlarda bulunabilmişlerdir.
Adını andığımız muhalif kanat, arkasına devletin imkânlarını alarak, bir taraftan Damat Ferit Hükümeti’ne savaş açarken, diğer tarafta da “iftirakcuyane emeller peşinde” dediği Kürd Teali Cemiyeti’ni halifeye, şeyhülislama ve Meclis-i Meb’usan’a ispiyonlayarak kapattırmaya çalışmışlardır. Jön-Türk ırkçılığının ayyuka çıktığı bu dönemde, kendilerinden başkasının ispat-ı vücud etmesine tahammülleri yoktu. Kendi içinde, aşırı “Türkçü” olarak konumlanan örgüt, devlet genelinde “hilafetçi”, “ümmetçi” olarak davranmaya itina gösteriyordu. Ancak, mesele Kürdler olunca, bölücülük paranoyasıyla “İngiliz tahrikçiliği” gibi kurtarıcı argümanlara sarılıyorlardı. Bu gün dahi, birçok milliyetçi/muhafazakâr kimse, böyle düşünmektedirler. Ahmet Akgündüz’ün, kendi “Tarihçe”sinde KTC’nin İngiliz güdümlü olduğu yönündeki iddiası bu kabildendir. Bu iddiada bulunurken de, Cemiyet’ten Üstad’ı düşürtüp yerine “Said Molla” adlı “İngiliz hayranı”nı dâhil ediyor.
Tam bir çarpıtma… Hâlbuki Kürdistan Teali Cemiyeti’nin içinde böyle bir şahıs asla yoktur. Cemiyet’in kurucuları, nizamnamesi, tüzüğü, amaçları ortadadır. (ki Akgündüz de bunu ansiklopedisine almıştır). Öte taraftan, bu cemiyetle ilgili en mufassal kaynak, İsmail Göldaş’ın “Kürditan Teali Cemiyeti” adlı kitaptır. Bu kitabın tamamını okudum; “Said Molla” diye birine rastlamadım. Ama “Molla Said” ismi sıklıkla geçmektedir. Hem de Cemiyetle ilişkili olarak… Zaten Akgündüz de bunun belgesini vermiştir. (Bkz. Arşiv Belgeleri Işığında Bediüzzaman S. N. c.2, s. 189) Her ne kadar ısrarla “değildir” dese de, Üstad bu cemiyetin üyesidir. Azalar listesinde “Molla Said Efendi, Bediüzzaman” olarak yer almaktadır. Üstad’ın da “müteaddid cemiyete mensubum” ifadesi bunu teyid etmektedir. Yoksa, KTC’nin kurucuları, “Said Molla”nın, “Molla Said” olmadığını bilemeyecek kadar cahil değillerdir.
Tekrar sadede gelelim:
Yukarıda değindiğim gibi, Paris’te Şerif Paşa-Bogos Nobar görüşmeleri devam ederken, o günün sağcı, ulusalcı, devletçi, ırkçı ve sözüm ona ümmetçi gazeteleri bu olayı manipüle ederek, zaten diş biledikleri Kürdistan Teâli Cem’iyeti’ni çökertmeye girişmişlerdir. Bu gazetelerden biri, “Sebilürreşad”dır. Gazete, Kürdistan Teâli Cemiyeti’ne karşı hamlesinde, Kürd ve Türklerin mutemedi Said-i Kürdi Hazretleri’ni kullanmıştır. Kendisince ağır bir top görmüştür. 17 Mart 1920 tarihli nüshasında, “Kürdler ve İslâmiyet” diye bir yazı neşreder. Yazı, –güya– Said-i Kürdi’ye aittir. Muhtevası, Şerif Paşa ve KTC’yi protesto mahiyetindedir. Altında Üstad’ın adı-imzası olmayan bu yazı, –artık yeter– dedirtecek boyuttadır. Dindar, hilafete bağlı ve sözde ümmetin dertleriyle ilgilenen gazete, sözkonusu Kürdler olunca, alışageldik refleks ve histeriyle dişlerini göstermiş, “çarpıtma” ve “tezvirat”tan geri durmamıştır; ırkçı gazetelerle aynı kulvara girmiştir.
Evet; bu yazı, birilerin elinde silahtır, onunla Kürdleri vuruyor. Birilerinin elinde kutsal(!) bir metindir, onunla Kürdleri aldatıyor. Birilerinin elinde zehirdir, onunla Kürdleri zehirliyor. Said-i Kürdî karşıtlarının elinde ise bir malzemedir, onunla Üstad’a saldırıyorlar; akıllarınca çürütmeye çalışıyorlar. Bedbahtlıkta sınır tanımayanlar ise, “haindir” diyorlar. Elbette bunların hiçbiri doğru değildir; tamamı yalan ve tezvirattır. O zat, bu pest ithamlardan, bu müsvedde varakalardan beridir. Onu alet ederek Kürleri vurmak, alışılagelen şeytanî uygulamalardan biridir. Peki, doğrusu nedir? Nasıl olmalıdır? Yazıyı aynen vererek analiz etmeye çalışalım. Çalışalım ki, “Şeyhin kerameti şeyhten rivayet” misali, her söylenene –safça– kanmayalım; kalbimize sokmayalım.
Devamında buluşmak umuduyla, herkesin Bayramını tebrik eder, toplumca barış içinde mutluluklar dilerim.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.