Konuyu değişen gündeme kurban etmek olmaz. Çözüm Süreci’ne yasal zemin getirmek, beraberindeki soru işaretleriyle birlikte hükümetin süreçle ilgili attığı en önemli somut adım. İyi niyetli olup nihayetinde süreci yürütmek için hükümeti “tek yetkili” kılan, görevlendirdiği kişi ve kurumlara “yasal koruma” sağlayan bu tasarının yasalaşmasıyla elini güçlendiren iktidar partisinin planladığı “çözüm” adımlarını artık gündeme getireceğini öngörebiliriz. Başbakan Erdoğan, adaylığını açıkladığı konuşmasında meselenin içeriğine dair bağlayıcı bir söz söylememe kararlılığını korudu, ama sürecin Çankaya’ya çıkması hâlinde de devam edeceğini vurguladı. Peki, iyi niyetli olmaya devam edelim...
Geldiğimiz nokta itibarıyla “Türkiye’nin en önemli sorunu” ile ilgili başlatılan sürecin ne şekilde kalıcı bir barışa taşınabileceğine dair tarafların, tabii ki öncelikle iktidarın, daha yerinde bir deyişle devletin, tartışmaya açık bir duruşu olması gerekir. Sürecin daha şeffaf bir tarzda yürütülmesinin gereği de bu zaten. Yani kamuoyunun sadece “ne oluyor?” merakının giderilmesi değil, aynı zamanda sürece kendi görüşleriyle, önerileriyle, projeleriyle, etki edebileceği mekanizmalar oluşturulması gerekiyor.
Kapalı kapılar ardında yapılan görüşmeler ve Öcalan’ın tutumu sonucunda sağlanan fiili ateşkes, meselenin tartışılması için uygun bir ortam sağlamıştı ama iktidar partisi eleştiriden olduğu gibi süreci sahici bir barış inşası durumuna yükseltecek yaklaşımlara da kapılarını ve kulaklarını sıkı sıkıya kapatmış, sadece alkış bekleyen bir tutum içerisine girmişti. Bundan vazgeçmesi ve sorunun hiçbir parti ya da kişinin dar hesaplarına kurban edilemeyecek önemde, Türkiye’nin sorunu olduğunu bilerek hareket etmesi gereği var.
Daha önce de yazdım, bölgedeki gelişmelerin de doğrudan etkisiyle sorunu en azından bugünkü şartlarda “dağdakilerin inmesi” ile sınırlı gören bir bakış açısı, gerçekçi olmaktan uzaktır. Suriye’de bir Rojava gerçeği varken, Güney Kürdistan’da bölgesel yönetim bağımsızlık ilan etmek için hazırlıklar yaparken PKK’nin silahlı güçlerini evine yollayacağını düşünmek gerçekçi midir? Ya da Öcalan hapiste kalmaya devam ederken? Ve Kürtler kalıcı bir barışın ancak kendi kendilerini yönetebilecekleri bir statü elde etmeleriyle mümkün olduğuna inanıyorken?
Bazı “qaşmer” tipler hemen atılabilirler; “gördüğünüz gibi adam barış istemiyor, dağdakilerin evine, köyüne dönmesini de...” Alkış çalmayan herkesi aynı toptancı klişe laflarla yaftalamak, itibarsızlaştırmak ile “görevli” bu kişilerin sahiden “barış” istediklerinden cidden kuşku duyuyorum. Sahiden barış sevdalısı iseler, bir gün ne tür bir “çözüm” anlayışına sahip olduklarını söylerlerdi ve onun üzerine konuşurduk. Ama hep meselenin kıyısında dolanıp durmayı tercih ediyorlar. “Usta”larının işaretine bağlı ve bağımlı oldukları için. Üslupları, kibirleri, tuzukurulukları ile her geçen gün Kemalist elitistlere daha çok benziyor, “çakmayı” pek sevdikleri bir zamanların medya starlarının yerlerini alıyor olmanın gizleyemedikleri coşkusuyla kendilerine bunu bahşeden “usta”larının ipine daha bir tutkuyla sarılıyorlar. “Usta”nın bilmesi gereken ise, yandaşlığı yalaka düzeyine indiren bu kişilerin tutkunu oldukları şeyin “barış” ya da “yeni Türkiye” değil güçlüden yana olmanın sağladığı “nasiplenme” imkânları olduğu. Aslında bilmediğinden değil ya, neyse...
Bu iş artık demagoji, totoloji ve “sonuçta siyaset yapıyoruz işte” ucuzluğu kaldırmamaktadır
Meselenin bir de “adalet ve yüzleşme” boyutu var. Kimse “helalleştik unuttuk gittik ya” diyerek laçkalaşmasın. Ben söylemiş olayım da...
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.