Geçen haftaki yazımda 28 aralık tarihinde Uludere/ Roboski’ye gideceğimi belirtmiştim, nasip oldu gittim ve bu hafta sizlerle Roboski izlenimlerimi paylaşmak istiyorum:
Cuma sabahı uçakla Mardin’e gittik. Ekibimiz Zeynep Tanbay’ın “Roboski’ye gidelim ve bu katliamı unutmayalım, unutturmayalım” çağrısına olumlu cevap veren kadınlar ve erkeklerden oluşuyordu. Bir gün öncesinde bile Roboski’ye kadar gidip gidemeyeceğimiz belirsizdi, çünkü ortalıkta engelleneceğine dair kimi söylentiler dolaşıyordu. Gidebileceğimiz noktaya kadar gideriz kararlılığıyla yola çıktık ama yol güzergâhındaki aramalar dışında önemli bir engelle karşılaşmadan menzilimize vardık. Biz kadın olduğumuz için muhtemelen, üst baş aramasına maruz kalmadık ama erkeklerin sıkı bir aramadan geçtiğine tanık olduk. Polisler ve askerler gayet saygılı davransa da, bu tür “aşırı” güvenlik önlemleri aynı zamanda “aşırı bir aczi” ima ediyor. Orada “arama” yapma pozisyonunda olanların yabancılığını, ayrıksılığını ele veriyor, muktedir olanların gücünden ziyade korkusunu deşifre ediyor. Böylece, hiç arzu etmedikleri bir “zavallılığı” muktedirliğin yapışık ikizi hâline getiriyor bu aşırı durumlar...
Yolda giderken, daha çok terörle özdeş bir şekilde isimlerini duyduğum yerlerden geçiyorum ilk kez. Özellikle “Şırnak” kelimesi nedense bana sadece çatışmayı çağrıştırıyor. Ancak o güzelim coğrafyayı metre metre kat ettikçe, buranın böyle bir imaja mahkûm edilmesine gittikçe daha fazla hayıflanıyorum. Büyük şehirlerin kalabalığından, gürültüsünden, binalarından bunalan insanların koşa koşa gelebileceği farklı bir doğa kucağı olabilecekken, Şırnak’ın, Roboski’nin kanla yazılan şöhretine yazıklanıyorum. Kendi hâlinde otlayan katırlar görüyorum aralarda, ama Uludere’den sonra, katır bile artık sadece katır değil benim için, çok acılı bir hikâyenin kahramanları onlar da...
Nihayet Roboski’ye varıp, ailelerin “ziyaret” dediği mezarlığa geçiyoruz. Aynı tipte, biraz heybetlice yapılıp, rengârenk yapma çiçeklerle süslenmiş o mezarların her birinin etrafında ellerinde fotoğraflarla aileler oturuyor. Fotoğrafların çoğu belli ki keyif anlarında çekilmiş; Roboskili gençler ileride bir gün, meşum bir gün, başlarına geleceklerden habersiz poz vermişler objektiflere, bayağı içten gülümsemişler. Gençliğin o bildik umutlu, neşeli, dingin ve muzip hâlleri var üzerlerinde. İşte her mezarın başına gittiğinizde, bu fotoğrafları görüyor ve sonra bu çocukların oracıkta, o kahverengi toprağın altında yatmakta olduğu gerçeğiyle yüz yüze kalıyorsunuz. Ellerinde fotoğraflarla anneler, büyükanneler, ablalar, teyzeler, kardeşler... Ne diyebilirsiniz ki o insanlara, gerçekten “ne” diyebilirsiniz? Ben ancak “bir şey” demiş olmak için “Başınız sağ olsun, Allah sabır versin!” diyebildim ama bu cümleler benim için bile çok anlamsızdı o sırada... Anlamsızdı çünkü daha o cenazeler gömülmemişti, onlar için helallik alınmamıştı, yas bile başlamamıştı bana göre; çünkü o çocuklar gittiler, öldüler ama mezarları açık kaldı, hepimizin gözlerinin içine bakıyorlar hâlâ...
Mezarlıkta bütün varlığımı kaplayan duygu buydu ve bir de şu düşünce: “Bir anne nasıl yavrusunu burada bırakıp da evine gidip hayatına devam edebilir?”
Ben orada bir kadın olarak, bir anne olarak, bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak iliklerime kadar utandım. Duramadım çok fazla zaten Mardin’e kaçtım. Hikâyeleri dinleyemedim, diz dize oturamadım kadınlarla, dayanamadım. Bu ağır yükü kaldıramadım. Ya sizler, siz muktedirler, siz bu Roboski yükü ile nasıl yaşayabiliyorsunuz, pes doğrusu!
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.