Türkiye, “buzlucam” gibi bir ülke, birtakım gölgeleri, hareketleri görüyorsunuz ama o görüntüler net bir biçimde algılanamıyor.
Yaşananları anlayabilmeniz için aradan birkaç yıl geçmesi gerekiyor.
Şu anda net olarak rakamlarla görebildiğimiz, Türkiye’nin orduya, polise ve Diyanet’e bütçeden büyük pay ayırmış olduğu.
Hastanelerde insanlara insan gibi davranılmasını sağlayan AKP’nin en güvendiği dallardan biri olan “sağlığa” ayrılan bütçe Diyanet’e ayrılanın yarısı.
İmamlara doktorlardan daha fazla pay verilmesi nasıl yorumlanmalı acaba?
Dikkatimizin bu dünyadan öteki dünyaya döndüğünün bir işareti mi bu?
Silahlıların ve imamların bütçeden aldığı payları biraz fantastik bir yoruma tabi tutarsak, “bu ülkede ölümle ilgili olanlara, yaşamla ilgili olanlardan daha fazla önem veriliyor” diyebilir miyiz?
İç savaşın yaşandığı bir ülkede belki de bu normaldir.
Askere, polise ve imama ayrılan paranın, neyin tezahürü olduğunu herhalde daha sonraki yıllarda daha net öğreneceğiz.
Öldürmek için orduya 14 milyar, yaşatmak için sağlığa iki milyar.
Bu ülkede evvel eski ölüm yaşamı hep yener.
Ordunun aldığı parayı ne kadar doğru kullandığı ise apayrı bir konu.
Bu parayı modernleşmek için mi kullanıyorlar yoksa eski düzeni sürdürmek için mi sorusu daha epeyce cevabını bekler.
AKP’nin yaptırdığı araştırma ise toplumun “ölüme” o kadar da meraklı olmadığını ortaya koyuyor.
Bu ülkede yaşayan insanlar Suriye ile savaş istemiyorlar.
AKP’nin Suriye politikalarının halk tarafından tasvip edilmediği bizzat AKP’nin araştırmasında ortaya çıkmış.
Kürt meselesinde de bir araştırma yapsalar, sanıyorum ve umuyorum ki onda da “barış” isteği daha ağır basacak.
Devlet, “ölümü” hep ön plana çıkarıyor ama toplum bunca ölümden artık yoruldu.
Ölüm eskiden toplumdan daha fazla alkış alırdı.
Birkaç hamasi nutukla kalabalıklar “yaşasın savaş” naraları atarlardı, ölümü kutsarlardı.
Görülüyor ki halk değişiyor.
Devlet, toplumu kadar hızlı değişemiyor.
Profesör Yılmaz Esmer’in yaptığı araştırma ise ülkede “dindarlığın” hemen hemen hiç artmadığını ama muhafazakârlığın çok arttığını ortaya koymuştu.
Dindarlığın değil de muhafazakârlığın artması nasıl yorumlanmalı peki?
Dindarlıkla muhafazakârlığın aynı anlama gelmediği anlaşılıyor.
Dindarlığın ne olduğunu biliyoruz.
Peki, muhafazakârlık ne?
Neyi muhafaza ediyor?
Gelenekleri mi?
Hangi gelenekleri peki?
İstanbul’un gelenekleriyle Yozgat’ın gelenekleri, Yozgat’ın gelenekleriyle Hakkâri’nin gelenekleri, İzmir’in gelenekleriyle Tokat’ın gelenekleri bir mi?
Bu artan muhafazakârlık bu “geleneklerden” hangisini muhafaza etmeyi arzulayan insanların çoğaldığını gösteriyor?
Bütün gelenekleri aynı şekilde muhafaza etmek istedikleri söylenemez çünkü bunlar birbirlerinden çok farklı gelenekler.
Sosyologlar benden çok daha iyi yorumlayacaktır ama bana bu muhafazakârlaşmak, daha ziyade “taşra” geleneklerinin büyük şehir geleneklerine karşı bir tepkisi gibi geliyor.
Dünyanın bütün ülkelerinde taşrayla metropol yaşamları birbirinden farklıdır.
Bir New Yorkluyla bir Ohiolunun yaşam biçimleri, hayatı algılayışları birbirine hiç benzemez.
Büyük şehirler daha “kürselleşmiş” bir hayatı temsil eder, taşra daha yerel bir hayatı.
Bizdeki gelişen muhafazakârlık, taşralılığın gelişmesi anlamına mı geliyor?
Dünyayla bütünleşmek yerine yerelleşmenin, dünyadan biraz uzaklaşmanın işareti mi?
Yerelle evrenselin kavgası mı yaşanıyor?
Yerellik, aslında dindarlık artmadığı hâlde “dini” kendi geleneklerini güçlendirmek için mi kullanıyor?
Muhafazakârlık artıyor ama mesela tasavvufa ilgi artmıyor.
Dinle ve dindarlıkla ilgili süzülmüş, incelmiş tartışmalara kalabalıklar pek ilgi göstermiyor.
Diyanet’e bütçeden büyük pay ayrılıyor ama dinin özü hakkında, dinin felsefesi hakkında, tasavvuf hakkında çok konuşulmuyor.
Peki, taşrayı mı evrenselleştireceğiz yoksa daha evrensel değerlere sahip gözüken büyük metropolleri mi taşralılaştıracağız?
Şu andaki politikamız ne?
Galiba taşralılık ağır basıyor.
Peki, biz bugünkü iktidarın politikalarını bir taşralılaşmak, yerelleşmek çabası olarak değerlendirebilir miyiz?
Daha zenginleşen, daha kalkınan ama daha taşralılaşan bir hayat mı Türkiye’ye önerilen?
Ama çocukların seçmeli derslerde neyi tercih ettiklerine baktığımızda “matematiğin”, o çocukları daha evrensel bir çağda yaşamalarını sağlayacak derslerin öne çıktığını görüyoruz.
Halkın önemli bir kısmı daha “yerel” gelenekleri ve yaşam biçimlerini sahiplenirken, çocuklarının daha evrensel değerler içinde yetişmelerini mi istiyor, böyle bir çelişki mi var?
Tabii en önemli soru şu:
Biz ülkemizi yaşlıların mı yoksa çocukların mı geleceğine uygun kuracağız?
Elimizdeki bütçe, hangisini ön plana çıkarıyor?
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.