Geçenlerde öylesine düşünürken aklıma yetmişlerin birinci yarısında yayımlanmasından sorumlu olduğum Birikim dergisi geldi –daha doğrusu, orada hep düşünüp zaman zaman da yazıya döktüğümüz bir konu.
İnsanlık radyo gibi, televizyon gibi güçlü, önemli teknolojik imkânlar yaratmış... Bir merkez, milyonlarca insana yayın yapıyor, bilgi veriyor, sanat eseri sunuyor vb. Bu teknoloji yaratılmışsa, bunların alıcısı olanın da kendinde olanların vericisi olmasını sağlayacak düzenlemeleri yapmak o kadar güç bir şey değil. Bunun olmamasının nedeni teknolojinin kendi içindeki bir imkânsızlık değil, varolan sosyo-politik ilişkiler çerçevesinde bunun istenen bir şey olmaması. Bu dünyanın alıştığımız hiyerarşik yapısı “verici bir merkez” ile “alıcı bir çevre” mantığı üstüne kurulmuş, bunun bozulmasını, değişmesini istemiyor.
Ama bilmem ne eğlence programı ya da benzer bir “bayağılık” oldu mu, “bize mesaj yollayın” diyebiliyorlar, yığınla mesaj da geliyor (sözünü ettiğim yıllarda bunlar da pek olmazdı).
O zamandan beri, internet, şu bu, belli belirsiz sezdiğimiz, ama pek tanımlayamadığımız, herkesin her tartışmaya katılabildiği ve sesini bir biçimde duyurabildiği bir ortamın oluşmasına biraz daha yaklaşmış durumdayız.
O tarihlerde kafamızı kurcalayan konulardan biri, “gerçekte- varolan- sosyalizm” diye tanımlanan ucube sistemle demokrasi arasındaki ilişki ya da ilişkisizlikti. Dünyada, sosyalizm önünde, eskiden kalmış, ama çözülmesi gereken, yığınla “arkaik” sorun vardı (“eşitsiz gelişme” varsa bu da böyle olacak), ama dünyanın eriştiği teknolojik düzeyde bu “modern” alanlarda yapılması gerekli bir o kadar daha iş vardı. “Gerçekte- varolan- sosyalizm” bunlardan sonuna kadar kaçtı ve her şeyden önce o nedenle yıkıldı.
Toplumun gelişen bu iletişim teknolojisi sayesinde bulduğu bu “ses çıkarma” imkânını nasıl kullandığı konusu ile ayrı bir âlem. Toplum, toplumdur, içinde her türlü kişi bulunur. Montesquieu’nun rejimler için söylediği şey burada da geçerli.
Bunları aklımızdan geçirirken gelmek istediğim nokta şu: yetmişli yıllarda, dünyanın taşrasında bir ülke olan Türkiye’de, birkaç kişi, bu türlü şeyler düşünebiliyor, bu gibi “gelecek tasarımları” kurabiliyordu. Derken 12 Eylül geldi. Zaten gelecek yasaklandı; “bugün”, son derece renksiz, sıkıcı ve baskıcı “bugün”, yasayla ebedîleştirildi.
“Bugünü yaşa” felsefesinin 12 Eylül versiyonu... Etkili oldu. Nitekim, o “bugün”ün ne olduğunu bize anlatan 12 Eylül Anayasası hâlen yürürlükte olduğu gibi, değişmesinden yana olmayan çok sayıda kurum ve kişi de değişmesini önlemek için faaliyette.
Ama burada böyle olmasını yalnız buranın dinamikleriyle –ya da dinamizm yoksunluğuyla– açıklamak haksızlık olabilir Tarihin bu evresinde dünya çapında bir duraklama gerçekleşti. Adam Amerika’da yazmadı mı, tarihin sonunun geleceğini? Ama sorun bir yerde bir adamın çıkıp “sonu geldi” demesinden ibaret değildi, o öyle dedi diye dünya buraya varamazdı –insanlara nasıl düşünmeleri gerektiğini öğreten bütün kurumlar bunun böyle olduğunu kanıtlamayı kendilerine görev bilmeselerdi. Burada öncelikle “devletin baskı aygıtları”nın zorbalığı (ve ona yardımcı medyanın şaklabanlığı), ama “demokratik” ülkelerde “devletin ideolojik aygıtları”nın üstün ikna edici yeteneğiyle, hepimiz, her yerde, eve dönmeye karar verdik.
Bütün dünyada lodos eserken burada poyraz çıkarmanın imkânı yoktu.
Böylece, yıllardır, “proje”si kalmamış bir dünyada yaşıyoruz. Şimdi şimdi, bir yerlerden bir esinti gelmeye başlar gibi. Ama, “tamam, işte oldu” diyecek bir durumda değiliz. Yüzyıllık Yalnızlık’ta olduğu gibi, bu süre içinde evi de toz bastı, karınca, örümcek ağı sardı. Yapacak çok iş var.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.