(Risale-i Nurlarda Tahrifat-12)
Üstad Bediüzzaman’ın Kürdlüğünü bir türlü hazmedemeyen çevreler, bu yüksek kamete –kendilerince– yüksek bir soy ağacı ve seçkince bir aile bulmaları lazımdı. Lazımdı diyorum, çünkü bu zihniyete göre “Kürtten olsa evliya, sokmayınız avluya” şablonu tam yer etmiş ve bu şablon bir itikada dönüşmüştür. Uzun yıllar “Türk” gösterme çabaları boşa çıkınca, “Kürd” de kalmasın deyu, ona “Seyyidlik” unvanıyla bir “Arap”lık kaftanı giydirmeye çalıştılar. Anlaşılan o ki, bu güne kadar Üstad’a dair geliştirdikleri en inandırıcı(!) soyağacı seyyidleştirme temelinde yürüttükleri Araplaştırma ameliyesidir. Bu ameliyenin (operasyon) en önde görünen aktörü ise, hiç şüphesiz Prof. Dr. Ahmet Akgündüz’dür...
Akgündüz, 2012’nin son günlerinde Wow Otel’de sözde “Şecere” üzerine tertiplediği basın toplantısıyla ortalığı yaygaraya verirken, hemen akabinde şecerenin sahte ve düzmece olduğuna dair peşpeşe yazılar yayınlandı. Bu karşı yazı bombardımanı, Akgündüz’ü adeta afallattı ve kımıldayamaz bir pozisyona soktu. Uzun zaman basının da, kitlelerin de karşısına çakamaz oldu; daha doğrusu çıkacak yüzü bulamadı. Karşıt yazılardan biri de bana aittir. Üç gün üst üstte kendi köşemde yayınlatmıştım. Geçen süre, karşı yazıları doğrularken, Akgündüz’ün iddialarına ise hiç bir mesnet gösterememiştir. Yani şeyhin kerameti şeyhten rivayet düzeyinde kaldı.
Gel zaman git zaman, Ahmet Akgündüz’ün tekrar sahneye çıktığı gözlendi. İlk demecinde kendisine en büyük desteği veren sağ ve muhafazakâr basın, yine ayaklarına ipekten halılar döşediler; stüdyolarına hoşamedi ettiler. Özellikle Dost TV’nin 21 Eylül 2013 günü kendisiyle özel bir programa oturması, aslında kendisinin yalnız olmadığını; kapsamlı bir projenin sadece bir parçası ya da vurucu gücü olduğunu gösterdi. Program sunucusu arkadaşın, kendisiyle “al gülüm, ver gülüm” kabilinden paslaşması ise dikkatlerden kaçmadı. Programın ana mevzusu, Akgündüz’ün “Arşiv Belgeleri Işığında Bediüzzaman Said Nursî ve İlmî Şahsiyeti” eserinin birinci cildinin tanıtımı...
İsmi geçen eser, Akgündüz’ün bu güne kadar topladığı ve adına “arşiv belgeleri” dediği bir yığın belgeden oluşmaktadır. Bu belgelerin sıhhat dereceleri nedir, ne değildir; kokusu sonra çıkar... Bahattin Sağlam’ın ilk cilde –sadece yüzeyden– getirdiği eleştirilerine bakılırsa, Akgündüz’ün yeni bir eleştiri sağanağına maruz kalacağı gayet açıktır. Zira başta Üstad’ın seyyidliğine dair ileri sürdüğü temelsiz iddiası olmak üzere, birçok tartışmalı ve şaibeli mevzuları gündeme getirmesi, Akgündüz’ü haklı olarak eleştirilerin odağına oturtmaktadır. Sakın, “Meyveli ağaç taşlanır” özdeyişine sığınmasın; gerçekten de Akgündüz’ün polemik ve demagojik beyanları, onu bu eleştirilere liyakatli konuma sokuyor. Gerek zamanında Turgut Özal’a sunduğu “Doğu Raporu” ve “Güneydoğu Meselesi ve Çözüm Yolları” adlı çalışması; gerekse basında çıkan diğer yazıları mercek altına alınınca Akgündüz Hoca’nın ne kadar büyük oynadığı ama ne kadar küçük hesapların peşinde koştuğu rahatlıkla anlaşılır. Asıl hesabı, büyük hesaplaşma gününe bırakırken, kendi adıma bu dünyada görülmesi gereken kalem hesabı için bir parantez açalım:
İlahiyatçı Akgündüz, yukarıda adı geçen TV programında, İlahiyatçı sunucunun sorularını cevaplarken, kendisine Üstad’ın seyyidliğine dair yöneltilen bir soruya şöyle bir cevap veriyor: (konuşmayı kelimesi kelimesine çözümleyerek veriyorum):
“Bu kitabımı baskıya vermeden, tashihler son hızla devam ediyor; yedi-sekiz kişi okuyor. Şarklı bir molla geldi, seksen yaşlarında. Üstad’ı da gördüğünü, ziyaret ettiğini anlattı. Ama ben bilmiyorum ismini; bana müthiş, biraz hakaretamiz, sanki Bediüzzaman’ı, yani Kürtlükten çıkarmışız gibi bir hava ve sanki ben Bediüzzaman’ın Türk olduğunu açıklamışım veya benim kayınbiraderim olduğunu açıklamışım gibi. Yani ben Bediüzaman’ın, elime bir belge gelmiş, yani Hz. Resulüllah’ın torunu olduğunu anlatmışım. Yani ne zararı var bunun? Bütün bunlara çok moralim bozuldu; yahu dedim bu yaşlı adamın işi-kârı yok mu, gelmiş beni tenkid ediyor! Allah’ım, o kadar güzel bir hadise ki; o akşam zorla beni bir sohbete götürdüler. Ve sohbet öncesi bir kardeşim dedi ki: ‘Hocam Yirmiikinci Lem’anın son haşiyesini okudunuz mu?’ O da yeni farketmiş. Ve şunu söyleyeyim; abilerin çoğu bunun farkında değillerdi. Çünkü Türkçe Lem’alarda yok, Osmanlıcasında var. Niye Türkçe Lem’alarda yok, şaşırıyorum! Envar’ın Osmanlıca Lem’alarında var. Üstad onu, büyük ruhlu Küçük Ali’nin bir açıklamasını Risale-i Nur Külliyatı’nın dört kitabından biri olan Lem’alardan Yirmiikinci Lem’aya haşiye olarak koymuş. Üstad, kabul etmediği hiç bir şeyi Risale-i Nur’a sokmaz. Ben orijinal nüshalara da baktım, hepsinde var...” Akgündüz, bu iddialardan sonra Küçük Ali’ye ait olan haşiyeyi okuyor. Şimdi de adı geçen haşiyenin konumuzla ilgili kısmını verelim:
“…Risale-i Nur müellifi, zamanın Abdülkadir’i üstadımız Said Nursî Hazretlerine, –sair evliyaya muhalif olarak– müphem değil, sarihan haber vermesi, bizce birinci âlden (seyyid) olduğu kat’idir. Çünkü sinek gibi bir mahlûkun Üstadımızı taciz etmemesi, neslinden olan Abdülkâdir Geylani’den irsiyet almıştır. Gerçi Üstadımız mahkemelerde ehl-i vukufa karşı ikinci Âl-i Beyt’den olduğunu onlara ispat etti, fakat maksadı tam ihlâsa muvafık olduğu için kendi şahsını azlediyor. Kur’an’ın bir elmas kılıcı olan Risale-i Nuru gösteriyor.” İşte Ahmet Akgündüz’ün yegâne dayanak noktası olan haşiye...
Evet, Akgündüz’ün konuşmasından anladığım o ki, kendisinin de belge adına ileri sürdüklerine itimadı kalmamış olacak ki, bir sinekten medet ummaya başlamış. Sinek üzerinden Üstad’ı seyyidleştirmeye çalışıyor. Ama bu sineğin de ona faydası olmayacak; sinek de onun maddi ve manevi ağırlığını taşıyamayacak; “Beni istismar etme! Ben bu işte yokum!” diyecek. Neden mi? İşte Akgündüz’ün örümcek ağı gibi vahi ve zayıf olan istinat noktasını yıkan belgeler:
Bir sefer bu haşiye, gerçekten de orijinal Lem’alar’da yoktur; sonradan ilâve edilmiştir. Altındaki imzaya bakılırsa, “Küçük Ali”ye aittir. Ama Üstad’ın tashihatı (düzeltmesi) yoktur. Sözkonusu Osmanlıca Lem’aların ne ön sayfasında, ne arka sayfasında ve ne de orta yerlerinde Üstad’ın tashihatını ya da imzasını gösteren en ufak bir işaret bulunmamaktadır. Orijinal Osmanlıca Lem’alarda ise bu haşiye bulunmamaktadır. Hatta bir-iki yayınevi hariç, bütün yayınevlerinin bastırmış oldukları Latince (yeni yazı) Lem’aların da hiç birinde bu mevcut değildir. Demek bu haşiye, Küçük Ali’nin kendi tasarrufu olup, kendine mahsus Lem’alar nüshasındadır. Onu da belgeleriyle vereceğim. Hüsrev ve Mustafa Gül’ün yazdıkları nüshalar da Küçük Ali’nin nüshasının tıpkısıdır. Ancak Üstad’ın “manevi evladım” dediği ve daimi hizmetine aldığı Ceylan Çalışkan’ın yazsıyla neşredilen Lem’alarda ise bu haşiyeyi bulamıyoruz. Üstelik Ceylan’ın yazdıklarının tamamı Üstad’ın tashihatından ve tasdikatından geçmiş nüshalardır. Demek, Üstad bu haşiyeye geçit vermemiştir. Önce tashihten geçmemiş sayfayı verelim:
Bu iki sayfanın iktibas edildiği Lem’alar mecmuası yanımdadır; hiç bir tarafında Üstad’a ait imza yoktur, düzeltmeleri yoktur. O halde Akgündüz’ün “Ben orijinal nüshalara da baktım; hepsinde var.” demesinin asılsızlığı ortadadır. Üstad’dan sonra yazılmış Osmanlıca Lem’alar (Mustafa Gül’ün hattı gibi) ve matbaa dizgisiyle neşredilmiş (matbu) Lem’aların ne kadar orijinal olduğunu tartışmayı bile zaid görüyorum. Akgündüz, temelden ve mesnetten mahrum iddiasını ispat için, büyük bir arayış içindedir. Boğulmakta olan birinin yılana-yosuna sarılma çabası gibi bir çabaya müşabih... Ama abes. Çünkü doğru konuşmuyor, saptırıyor; gerçekleri tersyüz ediyor. Sahte nüshalara orijinal demek, gerçeği saptırmak değil de nedir? İşte, orijinal nüshayı ben vereyim de, belki vicdanen muzdarip olur da hakikate rücu eder. Aşağıya iktibas ettiğim sayfalar, merhum Ceylan Çalışkan’ın eliyle yazılmış ve Üstad’ın tashihinden geçmiş Lem’alardan alınmıştır.
Görüldüğü gibi tashihsiz nüshanın iki sayfasına karşılık verdiğimiz bu tashihli iki sayfada sözü edilen sinekle ilgili haşiye mevcut değildir. Yani sinek de Ahmet Hoca’yı yalnız bıraktı. O halde, Akgündüz’ün bundan böyle istinat noktalarını sağlam tutması gerekir. Sineğe itimat olmaz! Eğer dikkatinizi çekmişse, tashihli sayfalardan ikinci sayfanın altındaki ayet ve dualar bile tashihsiz olanlarından farklıdır. Nihayet, Akgündüz’ün, neşriyatçı abilere serzenişte bulunarak, adı geçen haşiye için “Niye Türkçe Lem’alarda yok, şaşırıyorum!” demesine şaşırmamalıyız; zira gerçekten de Türkçe (Latince) nüshalarda yok. Mesela Akgündüz’ün ismini verdiği Envar Neşriyat’ın Lem’alarından aynı sayfayı verelim; ta anlaşılsın ki asıl orijinal nüsha ile Envar’ın sayfası da örtüşürken (hem de sonundaki ayet ve dua’yla birlikte), sahte nüsha ortada yalnız kalıyor. İşte:
İsterseniz Üstad zamanında yazılmış (1957 baskılı) bir Lem’aların cilt kapağı ile sözkonusu aynı sayfayı da vererek mevzuyu pekiştirmeye çalışalım: (İkinci sayfasında şu notlar vardır: Doğuş Ltd. Şirketi Matbaası ANKARA–1957, Neşreden: Ankara Gezici Vaizi Said Özdemir)
Sözün özü: Ahmet Akgündüz’ün sinekle ilgili haşiyesi yoktur; olanlar da sahte nüshalardır. Sahte nüshalar ise muteber değillerdir. Zira sözü edilen haşiyede Üstad’ın birinci Âl-i Beyt’ten olduğu, yani Peygamberimizin soyundan geldiği iddia ediliyor ki Risale-i Nur’daki beyanlara, yani Üstad’ın onlarca yerde “manevi Âl-i Beyt’tenim” ifadelerine ters düşüyor. Demek Akgündüz Hoca, Bediüzzaman Hazretleri’ni takkiyecilikle ya da daha ağırcası yalancılıkla ittiham ediyor. Yani Üstad’ın, “Bir sülâle-i ma’rufeye nisbetim yoktur”, “Ben seyyid değilim, Mehdi seyyid olacak”, “Meşhur bir nesebim yok ki; mazisini muhafazaya çalışayım” ve “Hem asil bir hanedandan olmadığımdan...” gibi ifadelerini boşa çıkartmaya çalışıyor. Yani bir çeşit muaraza...
Öte taraftan, Ahmet Akgündüz’ün istinad ettiği sinek haşiyesinin musannıfı olan Küçük Ali’nin kendisi bir çelişkiyi yaşamıştır. Mesela Barla Lahikası’nda, ağabeyi Kuleönülü Mustafa’nın yazdığı bir mektuba düşürdüğü uzunca bir haşiyede, Üstad için aynen şöyle diyor: “Hem İmam-ı Ali’nin (r.a.) bir veled-i manevisi olduğunu, Celcelutiye’yi tefsir ile Risale-i Nur’un kıymetini ve vazifesini...göstermiş” (Barla Lhk. Envar Neş. s. 143) Bir taraftan Üstad’ın, Hz. Ali’nin manevi çocuğu olacağını iddia edeceksin, diğer taraftan ise Üstad’ı birinci Âl-i Beyt’e, yani doğrudan seyyid olduğunu ileri süreceksin, olacak şey mi? Olmaz ve olamaz. Zira Barla Lahikası’ındaki haşiye Üstad’ın tashihinden geçmişken (ki aslı bizdedir), sözü edilen Lem’alardaki haşiye ise, kitabıyla beraber tashih yüzü görmemiştir.
Yine aynı haşiyenin, yani Akgündüz Hoca’nın üzerinden polemiklere yattığı sinek mevzusunun bir diğer tutarsızlığı ise Üstad’ın sinek tarafından taciz edilmediği ve dolayısıyla sineğin rahatsız etmediği Abdülkadir Geylani’yle örtüştüğü, ortak paydaları olduğu iddiası ki bu da boş ve anlamsız bir iddiadır. Zira Üstad Sinek Bahsi’nde Sineğin ululazm bir peygamber olan Hz. Musa’yı bile rahatsız ettiğini ve hatta Hz. Musa’nın bundan dolayı Allah’a şikâyette bulunduğuna dair rivayet olduğunu söylerken, bir peygambere göre derecesi çok düşük olan bir veli zata böyle bir isnat da bulunmanın tutarsızlığı ortadadır. Bu iddianın ispatı için geceli-gündüzlü olarak bu zatların müşahede altına alınması lazımdır. Yoksa sadece bir rivayet ve menkıbeden öteye geçmez. Diğer taraftan Üstad, bizzat sineğin kendi eline konduğunu da ifade ediyor. Aynen şöyle: “Bir sinek, elime kondu, emânetullah olan gözünü, yüzünü, kanatlarını güzelce temizlemeye başladı. Bir neferin mîrî silâhını, elbisesini güzelce temizlediği gibi, sinek de temizliyordu. Nefsime dedim: “Bak!” Baktı, tam ders aldı. Sinek ise, mağrur ve tembel nefsime hoca ve muallim oldu.” (Aynı mevzunun Mesnevi-i Nuriye’de de anlatıldığını hatırlatmalıyım)
Bir başka örnek: Üstad’ın Onyedinci Lem’ada anlattığı sivrisinek meselesi. Kanaatime göre değil sinek, sivrisinek bile Üstad’a konmuş ve hatta kendisini sokmuştur da. Nasıl mı? İşte kendi anlatımı: “Hortumlu sivrisinek dünyaya geldiği dakikada hanesinden çıkar; durmayarak insanın yüzüne hücum eder, uzun asâsıyla vurur, âb-ı hayat fışkırtır, içer. Hücumdan kaçmakta, erkân-ı harb gibi meharet gösterir...” Şimdi bu kadar ince bir anlatımı nasıl yorumlamalı? Yaşamayan biri, sivrisineği bu kadar güzel tarif edebilir mi? Her ne ise...
Ahmet Akgündüz’ün sinek üzerinden yaptığı seyyitleştirme ve Kürdlükten insilah (çıkartma) hamlesini böylece boşa çıkartırken, kendisinin Dost TV’deki bazı itiraflarını da sizinle paylaşmak istiyorum. Bu itiraf, yukarıda bahsettiğimiz kitabıyla ilgili elde ettiği belgelerle ilgili bir itiraf... Bu itirafta, özne olarak gösterilen, ama bana sorarsanız itirafın nesnesi durumuna düşen birinden bahsetti: Abdülkadir Badıllı Ağabey... Meğer Abdülkadir ağabey kendisine, yani Akgündüz’e, tamı tamına 16 bin 853 sayfalık arşivini (lahika, müdafaa, eski ve yeni eserler, eline ulaşan tüm belgeler) orijinal halleriyle teslim etmiş. Yetmedi, Akgündüz’ün kitabının başında imza koyan heyetten biri de kendisi. (Diğerleri: Mustafa Sungur, Hüsnü Bayram, Abdullah Yeğin, Ahmet Aytimur, Salih Özcan, Said Özdemir) Yani kitabın meşruiyet ve makbuliyet alameti olarak... İşte asıl darbe ve asıl büyük deprem bu olsa gerek. Hâlbuki çok iyi hatırlıyorum; Badıllı Ağabey’e çok yakın duran ve kendisini “Kürtçülük”le ittiham eden malum çevrelere karşı cansiperane onu müdafaa eden bazı arkadaşlar, kendisinden bazı belgelerin fotokopilerini istemişti de vermemişlerdi. Va esefa ki, bizzat bindiği dalı kesti. Birilerine elini vermezken, başkalarına kolunu kaptırdı. Uzatmayayım, sıhhati iyi değil; Cenab-ı Hak’tan acil ve kalıcı şifalar diliyorum...
Hâsılı: Mahkeme-i Kübra’nın çok renkli olacağı kesin. Allah’tan niyazımız, muhasebemizin “Yaleytenî kuntu turaba” (Keşki toprak olsaydık) dedirtecek kadar ağır ve çetin geçmemesidir. Yeni bir tahrif dosyasıyla birlikte olmak umuduyla, Allah’a emanet olunuz.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.