• BIST 9549.89
  • Altın 3002.717
  • Dolar 34.5123
  • Euro 36.1711
  • İstanbul 3 °C
  • Diyarbakır 6 °C
  • Ankara -1 °C
  • İzmir 6 °C
  • Berlin 11 °C

Prof. Ahmet Akgündüz Kürdlerden ne istiyor? (1)

Abdullah Can

Said-i Nursî’nin deyimiyle Kürdler, “Değerli, fakat sahipsiz bir kavim”dir. Yine onun deyimiyle, “İstibdaddan (zorba yönetimlerden) en ziyade zarar gören” ve “Her taifeden (milletten) ziyade başlarına hadiselerin ve elim vakıaların geldiği” mazlum bir kavimdir. Bu günlerde yaşanan hadiseler, Üstad’ın dediklerine “sadakte” demektedir. Ancak, gören körler, işiten sağırlar, hisseden kalpsizler hiç bir zaman eksik olmamıştır. Düşeni kaldırmak yerine, ezmeyi şiar edinenler hep var olmuştur. Irkçılığı din haline getirenler, maalesef “eskiden beri vatandaşı ve cihad arkadaşı” olan Kürdlere besledikleri muzmer düşmanlıktan vazgeçmiyor; fırsat buldukça onları rencide etmekten geri durmuyorlar.  

Prof. Ahmet Akgündüz yakın zamanda yeni bir kitabı çıktı; birkaç cilt olarak tasarladığı “Arşiv Belgeleriyle Bediüzzaman Said Nursî” adlı koleksiyonun ikinci kitabı. Bu kitabın 950. sayfasında Molla Mustafa Barzanî’ye nisbet ettiği bir belge yayınlamış. Belge, serapa Nurculuk aleyhinde. Yani Mustafa Barzanî, güya Türkiye’de davasını yaymak istiyormuş da, Nurcular engel oluyormuş; o da karşı tedbir olarak, Nurculuğu kendi içinden vurmayı planlamış(!); iki Kürd kökenliyi Nurculara musallat etmişmiş... 

Kürdlerin derdi başından aşkın iken, şimdi de Akgündüz gailesi... Çermikli Akgündüz, işini gücünü bırakmış, Kürdlerle mücadeleyi cihad kudsiyetinde görüyor; Üstad’ı Kürdlükten çıkarmak için sahte belgeler ihdas ediyor, en acımasız yöntemlerle boğazlanmış Molla İzzeddin’i ve hâlihazırda yaşlı, hasta ve konuşmaktan kesilmiş Molla Sıddık’ı, Mustafa Barzanî’nin güdümüne sokuyor, kurmuş oldukları Tenvir Neşriyat’ı onun talimatına bağlıyor; sözkonusu neşriyatın kâğıdını onun finanse ettiğini iddia ediyor ve daha neler neler... Sözü uzatmadan, kitabına aldığı son skandal belgeyi nazarınıza arzederek birlikte değerlendirmeye alalım:

 460.jpg

Düzmece belgenin tahliline geçmeden önce, şu gerçeği ifade etmeliyim; bu gün itibariyle Barzanîler’in hâkimiyetinde olan Irak Kürdistanı’nda Risale-i Nur’lar serbestçe basılmakta; bütün Külliyat’ın basımı tamamlanmış durumdadır. Nur Talebeleri de aynı ölçüde hizmetlerini serbestçe yürütmekte olup, hiç bir engelle karşılaşmamaktadırlar. Bir diğer husus, 2013’ün Kasım’ında “Diyarbakır Buluşması” olarak bilinen programa katılan Mesut Barzanî’ye, Üstad’ın Kürtçe “Ey gelê Kurdan!” ile başlayan Kürtçe nasihati, çerçeveli haliyle Mesud Barzanî’ye hediye edildiğinde büyük bir memnuniyet ve iftiharla göğsüne bastırmıştı. Hiç de reaksiyon göstermemişti. Peki, Mesut Barzanî, babasının çizgisinde değil mi? Demek, bu belge düzmece olup Molla Mustafa Barzanî’ye ait değildir... 

Bir diğer husus: Sözde belgenin üstünde, parantez içinde “Kürtçe aslından tercümedir” deniliyor. Peki, Kürtçesi nerede? Asla yoktur; çünkü uydurmadır. Kürdçesi olsaydı, Arap alfabesiyle olacaktı; Molla Mustafa Barzanî’nin kendi elyazması ve imzasıyla olacaktı ve nihayet kendisinin konuştuğu lehçe (Kurmancî) ve aksanla (Behdînan) olacaktı. Bütün bunlar bilinen şeyler; Molla Mustafa’nın elyazması yazıları, imzası ve aksanıyla konuşmaları hâlihazırda mevcut olduğuna göre, bu belgenin kıymet-i harbiyesi de anlaşılmış olacaktı. Ama ne gezer? Tarihinin olmadığına da dikkatinizi çekerim. Kısacası, şeyhin kerameti şeyhten menkul... 

Bu girizgâhtan sonra, şimdi de bu maddelerden önemli olanları tahlil ederek, adına belge denilen müsveddenin hangi adrese işaret ettiğini göstermeye çalışalım. Benim şahsî inancım, bu sahte ve düzmece belge, Nurcu müsveddesi birisi ya da birilerince tanzim edilmiş bir tezvirattır. Amaç, Üstad’ı “Kürtçü” göstermeye çalışan kimi devletlilere öyle olmadığını vurgulamak, diğer taraftan Nurcuların esasta devletle, devletin milliyetçi tezleriyle uyumlu olup Kürtçülüğün her türlüsüne karşı olduklarını ispatlamak. Bir üçüncü ve örtülü amaç ise, Nurculuğa prim kazandırmak. Kısacası, gayr-ı meşru bir metodla (yani sahte belgecilikle) meşru bir hedefe ulaşmak... 

Özellikle sarı çizgilerle dikkat çektirdiğim noktalar üzerinde yoğunlaşacağım. Ta ki, Akgündüz’ün bu asılsız belgesinin ne anlama geldiğini ve bu belgeyle ulaşmak istediği maksadın ne olduğunu herkes bilsin ve anlasın. 

Gerek Molla Mustafa’nın kendi yazdıkları, gerek oğlu Mesud Barzanî tarafından Arapça kaleme alınıp Vahdettin İnce tarafından Türkçe’ye çevrilen ve Doz Yayınları tarafından basılan 2 ciltlik “Barzani ve Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi” kitabı ve gerekse kendileriyle ilişkili olarak Türkiye sınırları içinde kurulan ve siyasî faaliyetlerde bulunan “Türkiye Kürdistan Demokratik Partisi”nin kurucularının hatıraları ortadadır; bunların içinde bir tek satırda bile Nurcuların aleyhinde bir cümle bulamazsınız. Aksine, bazılarında, Nurcular lehinde ifadelere rastlıyoruz ki, bu belgenin bazı kezzaplarca tanzim edilmiş bir müfteriyat olduğunu gösteriyor. Mesela: 

KDP’nin ilk genel başkanı merhum Faik Bucak’tan naklen, Av. Feridun Yazar, hatıratında şöyle diyor: 

1960 yılında samimi arkadaşım Süleyman Saltuk ile Faik Bucak’a uğradık. Faik Bucak bize, ‘İpek Palas Oteli’ne Said-i Nursî bir adam geldi, gördünüz mü?’ Biz, ‘Haberimiz yok!’ dedik. ‘Gidin görün, ziyaret edin!’ dedi. Otel bize yakındı zaten... Hareket edecek durumda değildi. Sadece bize bakıyordu. Bir öğrencisi onun elini tuttu, biz öptük. O sırada Said-i Nursî’nin, gözleriyle memnuniyetini belirten bir hareket yaptığını düşünüyorum. Onun dışında bir şey konuşmadı.” (“Kürt Kavşağında Bir Siyasetçi, Feridun Yazar”, Hasan Kaya, Fanos Yayınları, Birinci Baskı, sh. 29-30; İstanbul, 2012

İşte bu hatırat, Faik Bucak’ın Üstad’a olan muhabbet ve hürmetine en güzel örnektir. Bu muhabbet ve hürmet saikasıyladır ki, Üstad Urfa’ya gelir gelmez, ilk ziyaret edenlerden ve duasını alanlardan biri olmuştur. Yetmedi, başkalarını da Üstad’a yönlendirmiş, hiç olmazsa son demlerinde duasına mazhar olmalarını istemiş, teşvikte bulunmuştur. Şehadetine kadar da bu kalbî ilgisinde eksilme olmamıştır.(Bkz. Şakir Epözdemir, Said-i Kürdî, Cemaatçiler ve Ermeniler)   

Yine KDP’nin Türkiye kurucularından olan ve Türkiye’de bakanlık, milletvekilliği yapmış merhum Şerafettin Elçi, kendi hatıratında aynen şöyle diyor: 

(1957’de) PTT Ankara Bölge Başmüdürlüğünde o cihazın(Telem’in) başında çalıştım. Yani Ulus'taki büyük postanede... Nasıl ki şimdiki zamanda chat yapılıyorsa, biz de telem başında sohbetleşiyorduk. Diyarbakır'da Mehmet Durucan adlı birisi vardı. Diyarbakır kanalında çalışırken muhatabım oldu. Çünkü biz sürekli aynı hatta kalmıyorduk, başka yere de veriliyorduk. Mehmet Durucan, o zamanlar Bediüzzaman'ın Diyarbakır'daki en önemli elemanlarından birisiydi.  

“Zamanla Mehmet Durucan'la samimiyetimiz arttı. Birbirimizi görmeden telem başında samimileşmiştik. Onun benden bir ricası vardı. "Acaba telem vasıtasıyla bazı notları sana iletsem, sen bizim Ankara'daki arkadaşlara iletebilir misin" diye sordu. O zaman Ankara'da Nurcuların en önde geleni Said Özdemir adlı birisiydi. Hala hayattadır. Kendisi Siirtlidir. Çankırı Caddesi’nde hemen sol tarafta bir çalışma yerleri vardı. Gece orada oturur çalışırlar, talebeleri yetiştirirlerdi. 

“Ben Mehmet'in isteği doğrultusunda notlar götürür getirirdim. Onların Mehmet Durucan'a iletmek istediği bir mesaj olunca da iletiyordum. Yani Nurculara da biraz hizmetim oldu. Çünkü Bediüzzaman'a karşı benim büyük bir saygım vardı. Bizim Cizre'de de Bediüzzaman'dan bir efsane gibi bahsedilirdi. Cizre'ye gelişi, Cizre'nin o zaman zorba paşası olan Mustafa Paşa'ya karşı mücadelesi efsane gibi anlatılırdı.” (Doğu’nun Elçisi’nden Yüce Divana: Şerafettin Elçi, Hasan Kaya, Fanos Yayınları, 2. Baskı, sh. 106, 107; İstanbul, 2012

Bir diğer KDP’li ise Şakir Epözdemir’dir. Şakir Amca’ya mevzuyla ilgili bir meyl gönderdim; sonrasında ise telefonla görüştüm. Mealen, “Sizin ya da Molla Mustafa Barzanî’nin Nurculara dair menfi bir düşüncesi var mıydı?” şeklinde... Bana verdiği 21.09.2014 tarihli cevap aynen şöyledir (Kürtçesiyle): 

Ez damezrînerê PDKT me Ne bi Nûrciyan re, ne jî li hember Sosyalîstan helwesteke me tinebû. Rêbaza Mela Mistefa millî ye; ne îdeolojîk e. Hereketên millî ti engelan nasnakin. Mafên milletan kifş in; welat, nijad û maf. Yanê ez kurd im, welatê min Kurdistan e. Dixwazim qedera xwe bi destê xwe tayîn bikim.” Türkçesi: “Ben Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi kurucusuyum. İster Nurcu, ister Sosyalist, bizim kimseye karşı bir tavrımız yoktur. Molla Mustafa’nın metodu millîdir, ideolojik değildir. Millî hareketler engel tanımaz. Milletlerin hukuku aşikârdır; vatan, etnisite ve hak. Yani, ben Kürdüm, vatanım Kürdistan’dır. Kendi kaderimi kendim tayin etmek istiyorum.” 

Görüldüğü gibi, ne Türkiye KDP’sinin, ne de Molla Mustafa’nın Nurculara dair bir planı yoktur; tam aksine, merhum Şerafettin Elçi’de olduğu gibi, bu çevrenin Üstad’a ve Risale-i Nur’a özel ilgileri ve sevgileri vardır. Uzatmamak için, Şakir Amca’nın “Beşek Jı Serpêhatî û Bîranînên Min” (Fanos Yayınları, Ankara, 2011” isimli hatıra kitabından 140, 141 ve 148. sayfalara bakmanızı tavsiye ederim; bu sayfalarda Nurlardan, Nur Talebelerinden ve Üstad’dan bahis vardır. Bakılabilir. Hakeza, aynı partinin kurucularından Derwêşê Sado’nun da hatıralarında böyle bir bilgiye rastlanılmıyor.(Bkz. Jînewariya Derwêşê Sado, Zeynelabidin Zinar, Nas Yayınları, 2011

Peki, kendilerine çamur atılan bu şahsiyetler bunları söylerken, ya Nurcuların içinde yuvalanmış ırkçı derin damar ne diyor; bir de onlara bakalım: 

Moskova’nın kontrolündeki, gayeleri malûm Barzani aşireti mensuplarından Şarkta yakalanan iki casus, ne maksatla Türkiye’ye gel­dikleri hususunda millî emniyette sorguya çe­kildikleri zaman, gazetelerden öğrendiğimize göre şu cevabı vermişlerdir:

Bizi, Türkiye’ye Şark bölgesindeki faaliyeti­mize sed çeken Risale-i Nur Talebeleri ile mücadele için gönderildik. Nur talebelerinin var­lığı gayemizin tahakkukuna mâni teşkil etmektedir.” (Nurculuk Hakkında Bir Mülakat, M. Nezihi Polat’ın Bekir Berk’le Röportajı, Hürsöz Basın-Yayınevi, Erzurum, 1964, sh. 42) Aynı mealde, bir başka kaynak için, bkz. “Risale-i Nur Muarızı Yazarların İsnadları Hakkında İlmî Bir Tahlil, Eşref Edip, Sebilürreşad Neşriyatı, İstanbul, 1965

1946-1955 yılları arasında “Türk Kültür Ocağı”, “Türk Milliyetçiler Derneği”, “Türk Gençlik Teşiklâtı” “Ankara Milliyetçiler Derneği”, “Komünizmle Mücadele Derneği”, “Türkçüler Yardımlaşma Derneği” gibi yapılanmaların altında imzası olan Bekir Berk’in, söylediklerini anladık da, Diyarbakır’ın Çüngüş ilçesinde doğmuş, Çermik’te büyümüş Ahmet Akgündüz’ü anlayamadık; ona ne oluyor? Tam bir bilmece... Acaba hemşehrisi olduğu Ziya Gökalp’in ruhunu şad etmek adına mı yapıyor bunları? Yoksa onun davasını tevarüs etmiş de biz mi bilmiyoruz? Ama benim bildiğim ve tanıdığım Akgündüz, küçüklüğünden beridir, Nurculukla kalkıp Nurculukla yatan birisi... Tuhaftır, Nurculukla Türkçülüğün sentezinden neyi umuyorlar acaba?! 

Akgündüz’ün bir diğer benzeri ise Fethullah Gülen’dir. Güya o da Nurcu. Bu aralar yatıp kalkıp Nurculuktan medet ummakta, muarızlarına Nurların diliyle saldırmaktadır. Nede olsa, olan Nurlara olacak! Her ne ise... Kendisi, Erzurum’da kurulan “Komünizmle Mücadele Derneği”nin müteşebbisi olmakla iftihar ederken (F. Gülen, Küçük Dünyam, s. 79, 151), diğer taraftan söz Molla Mustafa Barzanî’ye geldiğinde, bildik histerileriyle kinini kusuyor. Aynen şöyle diyor: 

Dünkü şaki bu gün eller üstünde.” Hâlbuki meşhur cuntacı Cemal Tural’dan bahsederken, o meşhur hoşgörüsü devreye giriyor; son derce sevecen bir üslup tercih ediyor, İşte, “Cemal Tural, hakikaten milliyetçi görünüyordu. Barzanî hareketini adım adım takip ediyordu... Cemal Tural’a duyduğumuz alâka, biraz da Barzanî’yi yakın takibe almasından dolayıydı.”(Fethullah Gülen, Küçük Dünyam, sh. 81)

Saf ve berrak Nur Hizmeti’ni ırkçılık zehiriyle telvis eden malum çevreler, aynı zamanda cihanşümul İslâm dinini de kirleterek, mazlum milletlerin nazarında zulmün bir aracı konumuna ıskat ettiler. Bu günlerde İslâm’ı ellerinde bir silaha dönüştüren vahşi IŞİD örgütünün İslâm’a verdikleri zararın bir mislini de bu ırkçı damar vermiştir. İslam adına sürdürülen hâkim ırk şovenizmi, mazlum ve mahkûm unsurları İslâm’dan nefret ettirerek, hatta münkir mevzilere iterek, inkâr ve imha politikalarına ayrı bir cepheden hizmet ediyorlar. Bu hususta şunu demekle yetiniyorum: 

Ey sadık-ı ahmaklar, ırkçı ve milliyetçi bir rejim bile bu taassuptan vazgeçti; devletin selameti adına en kanlı-bıçaklı düşmanlarıyla anlaşma yoluna başvurdu. Siz kim oluyorsunuz ki, bu sivrisinek gibi vızıltılarınızla gök gürlemesi gibi sayhaları bastırabilesiniz! Devlet, en hassas kurumları üzerinden, “bebek katili”, “terörist başı” diye nitelediği birisiyle günübirlik görüşmeler, anlaşmalar yaparken, yol ve yöntem haritaları belirlemeye çalışırken, sizin malum ve mahut provokasyonlarınızın ne ehemmiyeti olur ki? Barış kervanı yola çıkmışken, ortalığı toza dumana, yalan ve tezviratlara boğmanız kimi yoldan caydırır ki? Barış ve kardeşlik projesinin kendisini dayattığı ve adeta “ya olacak, ya olacak” dedirttiği bir hengâmede, sizin bu çelmelerinizin, bu kundak sokmalarınızın ne anlamı olur ki?  

Her ne ise, biz Akgündüz’ün kendisinden menkul belgesini tahlile devam edelim. Tezviratlı mevkutenin dördüncü maddesi hakkında diyeceklerim şunlardır: 

Ankara’da Molla Sıddık, Eskişehir’de Molla İzzet(İzo) vs...” şeklindeki bir tespit, acemice bir istihbarat ağzına benziyor. Zira Mustafa Barzanî, önemsediği birisi için “İzo” gibi bir tabiri kullanmaz. Tıpkı kendi ismi olan “Mustafa”yı  “Musto” olarak kullanmadığı gibi. Zira Kürdçe’de “o” harfi küçültme ve tahkir edatıdır; değer verilen şahıslar hakkında asla kullanılmaz.  Sıddık, medreseden değil, ilahiyattan mezundur,  dolayısıyla “Molla” değil, “Hoca”dır. Meşhur lakabı ise “Hacı Sıddık”tır. Buna göre Molla Mustafa’ya nisbet edilen bu belge(!)nin doğru olması düşünülemez. Sadece adı geçenleri itibarsızlaştırmak ve bu nisbet üzerinden teşhir etmeğe yönelik bir kara propagandasıdır. Bu propagandanın patent ve mahreci ise, Nurculuk kisvesindeki bir kaç ırkçı zevat olabilir, başkası değil. 

Yukarıdaki ifadelere ilaveten, şu asılsız ve müfterice iddiayı da sizinle paylaşmak istiyorum; (güya Mustafa Barzanî demiş): “Yirmi Iraklı askeri öldüreceğinize bir Nurcuyu öldürün!” (Yeni Asya Gazetesi, Halil Uslu, 10.12.2007). İşte, Nurculuk maskesinde yürütülen bir algı operasyonu ve Barzanî düşmanlığı üzerinden aşılanmaya çalışılan tipik bir Türk-İslam sentezciliği... 

1964’te Tümgeneral Faruk Güventürk’çe yazılan ve serapa yalan ve iftiralarla dolu “Din Işığı Altında Nurculuğun İçyüzü” (Okat Yayınevi) gibi kitapların etkisinde kalan Türk-İslâm sentezcisi bir kısım Nurcular, üzerlerindeki töhmetleri kaldırmak ve suçluluk psikolojisinden kurtulmak adına “Şeriat” ve “Kürtlük” noktasında sağa-sola çatmaya başladılar. Şeriat adına Erbakancılara ve mezhep adına İran devrimine, Kürtlük adına da Mustafa Barzanî ve sair Kürd örgütlerine karşı bayrak açtılar. Böylece rejimin gözüne girmek, kendilerini temize çıkarmak gibi bir sefilliği irtikâp ettiler. 

Hâlbuki Mustafa Barzanî’yi karalamakla, Nurculuk parlatılmaz, Nurcular aklanmaz. Tarafgirlik temelindeki bir Nurculuk, nursuzluktur; nura düşmanlıktır. İman ve Kur’an hakikatleri umumun malıdır; belli bir hizbin inhisarına bırakılmaz. Düşmanlık üzerinden yürütülen bir Nurculuk, Risale-i Nur’a, Said-i Nursî’ye, Nur Talebelerine ve Nur hareketine ihanettir. Türklükle, Kürtlükle, Araplıkla sentezlenen bir Nurculuk anlayışından hayır gelmez; bu anlayış,  ayrışma ve kapışmaya hizmet eder. 

Kemalizm’in altı ilkesinden biri olan “Milliyetçilik” üzerinde müesses bir devlet bile Barzanî iktidarıyla güzel ve yapıcı ilişkiler geliştirirken, birilerin bu ilişkileri bozmak adına kundakçılık yapması, ne devlet, ne millet ve ne de cemaat menfaatleriyle telif edilemez. Nurculuğu istismar ederek iktidara oynayan Fethullahîler nasıl bütün Nurcuları zan altına soktularsa, bir Nurcunun sahte bir belgeyle Molla Mustafa Barzanî’yi de hedefe oturtması de aynı akıbete götürür. 

Sahte belgede, güya Molla Mustafa’nın talimatıyla ayartılmış hizbin, yani İzzet ve Sıddık hizbinin görevleri cümlesinden Said Nursî’nin isminin “Said-i Kürdî” yapılması ve Kürd orijinli olduğunun vurgulanması meselesine gelince: 

Bu da malum ırkçı damarın bir kafa karıştırıcılığıdır. Yani, sanki bu ifadeler asıl değil de uydurmaymış gibi bir intiba vermeye çalışıyorlar. Öyle ya, tahrifat faaliyetleri esnasında bu ifadeleri alabildiğince tırpanlayan bu ırkçı ekip, Nur Talebelerine şunu anlatmaya çalışıyorlar: “Nurlarda Said-i Kürdî diye bir ifade yok; ayrıca kendisi Kürd değil, seyyiddir. Zinhar, böyle ifadelere rastlarsanız, biliniz ki bunlar Molla Mustafa Barzanî’nin adamları tarafından konulmuştur; inanmayınız!” Evet, aynen böyle...  

80’li yıllarda Tenvir Neşriyat yayın hayatına girdiğinde, birden bire bir fırtına koparılmış; bu neşriyat etrafında toplanmış çevreye hemencecik “Kürdçülük” yaftası yapıştırılmıştı. Hatta yanılmıyorsam, bu sahte belge daha o yıllarda servis edilmişti. Yani yeni bir belge değildir. Uzun zamandır unutulan, ancak Akgündüz’ün ajandasında bekletildiği anlaşılan bu belgenin şimdilerde tekrar gündeme getirtilmesi –zamanlama olarak– olarak çok anlamlıdır. “Barış Süreci” gibi yapıcı adımların atıldığı bir hengâmede, bu belgenin servis edilmesi, bir tür kundakçılığı ve sabotasyonu hatıra getirmektedir. Hele de Said-i Nursî’nin anlatıldığı bir kitap üzerinden yapılması...

Bir sonraki yazıda devam etmek temennisiyle...

  • Yorumlar 31
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Yazarın Diğer Yazıları
    ÖNE ÇIKANLAR
    Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
    Tel : 0532 261 34 89