Avrupa ülkeleri ve belirli bir ölçüde ABD, dünyada demokrasi mücadelesinin biçimlendirdiği toplumlar var. Demokrasi bu toplumların tarihinde bir “krasi” oldu. Sadece “bir krasi” olmanın ötesinde özlenen, istenen, saygıdeğerliği tartışılmayan “siyasî yönetim biçimi” oldu.
Demokrasi mücadelesi öncelikle bir “oy hakkı” mücadelesi olmuştur. “Kimin” oy verme hakkına sahip olması gerektiği de, bu mücadelenin merkezinde yer almıştır. Süreç içinde önemli bir aşama, Birinci Dünya Savaşı’nın bitimidir. Çoğu Avrupa ülkesi (hepsi hâlâ değil) “Git, vatan için öl!” denilen insanların vatan için oy da kullanabilmesi gerektiğine o zaman karar verdiler; birbiri ardından “herkese oy hakkı” tanıyan yasalar çıktı (İsviçre’de kadınlar 1970’lere kadar oy veremedi). Bu hak da, “demokrasi”nin tanımının onsuz edilmez ögelerinden biri oldu.
Oy verme hakkı demokrasi için mücadelenin en merkezî davalarından biriydi ama demokrasiyi yalnız başına o tanımlamıyordu. “Habeas corpus”tur, şudur budur, bu mücadele içinde birçok ilke, yönetime karşı yurttaşların vazgeçilmez haklarını belirleyen kazanımlar olarak hukuk sistemlerinin içinde yer aldı. Bu bakımdan da Batı toplumlarının tartışılmaz bir önceliği var.
Bugünün Batı dünyasında, Batı demokrasilerinde, “seçim” kurumunun gitgide aşındığını gözlemliyoruz. Bu, kendini nasıl belli eder? Şaşmayacak ölçüt “katılım”dır. Batı’da, seçimde katılımın, yurttaşların sandık başına gidip oy kullanmasının oranları gitgide düşüyor.
Bizimki gibi ülkelerde (bu “niteleme”, çoğunluğu kapsıyor) “Ben gidip oy vermezsem benim istemediklerim iktidara gelebilir” endişesi vardır ve bu endişe seçime katılım oranını yüksek tutan etkenlerden biridir. Demek ki birçok Batılı toplumda bu endişe yok ya da etkili olmaktan çıkmış.
Çıkmasının nedeni nedir? Yurttaşlar, siyaset adamlarının hepsini beğeniyorlar, “Onlardan bize zarar gelmez” mi diyorlar? Hiç sanmıyorum. Katılım oranı düşerken insanların siyaset adamlarına duyduğu saygının da azaldığı, hattâ birinci (“düşme”) etkende bunun payı olduğunu ima eden veriler var.
Bir Avrupalı “sağlı”, “Bu sosyal demokratlar iktidara gelirse benim gelirlerime el koyarlar” demiyor; bir Avrupalı solcu “Bu sağ iktidar olursa faşizmi ilân eder” korkusunu yaşamıyor demek ki. Neden?
Demokrasi için mücadele sırasında kazanılan, artık tartışılmaz kabul edilen ilkeler doğrultusunda oluşturulmuş kurumlardan ötürü. Batı’da bugün birileri kalkıp “Kuvvetler ayrılığı ilkesi yanlıştır” der mi? “Yargı, yürütmenin paralelinde karar vermelidir” anlamına gelecek sözler edebilir mi? Aslında, “edebilir”, yani böyle düşünen ve bunları söyleyen birileri çıkabilir - zaman zaman çıkıyor da. Ama bu olduğunda toplum, “Ha, bu kişi demek ki faşistmiş. Faşizmi savunuyorlar” der. Yani hem kuvvetler ayrılığının ilga edilmesini istenecek, hem de “Ben demokratım” demek o kadar kolay değildir.
Batılılar, bu temel ilkelere bağlı kurumlara sahip oldukları için iktidara filanca ya da falancanın gelmesinden korkmazlar. Onun için de sandık başına gitmeyi olmazsa olmaz bir görev saymazlar. Zaten sivil alanı, siyasî alandan daha belirleyici olarak görmeye başlamışlardır vb.
Yaşadığımız günlerin üzerinde pek durulmamış önemli bir olayı Belçika’da gerçekleşti: Bir yıl kadar bir süre, hükümet kurulamadı. Kurulamadı da ne oldu? Bir şey olmadı: Kurumlar çalıştı, her şey yürümesi gerektiği gibi yürüdü, belki “hükümetli” zamanlardan daha iyi bir zaman geçti. Dediğim gibi, bunun üstüne pek bir şey söylendiği yok, hâlâ yok, ama bence çağın önemli olaylarından biriydi bu: Bir rastlantı (hükümetin kurulamaması), genel yapının eriştiği olgunluk düzeyini (bir “epifan” gibi) gösteriverdi. Ama dünya henüz o “görünen” doğrultuda yürümeye hazır değil ya da “hükümetli düzen”lerin keyfini çıkaranlar bu konunun fazla açılıp saçılmasından yana değiller. Sanki öyle tuhaf bir olay her nasılsa olmuş, geçmiş, bir izi de kalmamış havasındayız hepimiz.
Demokrasi için mücadelenin öncülüğünü yapmış Batı toplumlarından söz ettim. Ya ötekiler? Burada gördüğümüz köklü kurumlar orada henüz “olmazsa olmaz” değil. Bu durum toplumdan topluma değişiyor. Sözgelişi Hindistan başından beri bu kurumları ciddiye aldı. Ama Hindistan’ın o kocaman nüfusunun tamamı Batı demokrasilerinin siyasî olgunluğu düzeyine gelmiş, demokrasiyi sindirmiş filan değil. Gandhi’nin siyasî suikastla hayatını kaybettiği bir toplumdan söz ediyoruz. Ama Gandhi yalnız değil Onun soyadını taşıyan iki başbakan da suikastla can verdi. Hindistan’da siyasî deprem filan olmadı. Bayağı faşizan partiler de geldi gitti - şu anda da epeyce “sağda” bir iktidar var. Ama Hindistan’ın kurumsal yapısı değişmiyor. Üstüne üstlük bir “askerî darbe” görmemiş bir toplumdan söz ediyoruz. Bir zamanlar bir “bütün” oluşturduğu (ya da öyle varsayılan) Pakistan’ın tarihiyle kısaca karşılaştıralım Hindistan’ın serüvenini…
Dünyanın geri kalanında demokrasinin asıl temeli olan kurumlar yok ya da yeterince sağlamlaşmış değil. İşte Türkiye: Seçkinci diktatörlükten seçimci diktatörlüğe hızla dönüşen bir toplum ve bu dönüşümü yapana karşı kendini savunacağı mekanizmalar yok.
Böyle toplumların bazılarında “seçim” kurumu da yok. Veya bir zaman var, bir zaman yok.
Seçim olabildiği, belirleyici de olabildiği zaman, ufukta “popülizm” beliriyor. Şu dönemde Türkiye bu fenomeninin en çıplak göründüğü örnek. Ama başka örnekleri de var (Chavez, örneğin).
Neyse, Türkiye’yi daha çok konuşacağız. Dünya tarihinin şu evresinde “ileri Batı toplumlarında ‘popülizm’in yükselişi” diye tanımlayacağımız bir fenomen yaşıyoruz.
Buyurun size Trump! Ama Avrupa’da da , belki en belirgini Berlusconi olmak üzere, birtakım örnekler yaşanmıyor değil. Dikkat ederseniz birçok yerde yeni kurulmuş, dolayısıyla bir geleneği oturmuş bir kimliği olmayan sağ-popülist hareket ya da partiler önemli siyasî başarılar elde ediyor. Avusturya’da adam kıl payı kaybetti; Marine Le Pen “henüz” çoğunluk değil ama adım adım geliyor.
Ve zincirin son halklası, Brexit. Burada “popülist parti” ortaya çıktı ve rol oynadı (UKIP). Ama daha önemlisi bütün bir hareketin (partileri aşan bir hareket) “popülist yöntem”i benimsemesi ve uygulaması oldu.
“Demokrasinin sağlam kurumları” falan dedik. Öyleyse ne oluyor? Demokrasinin beşiği dediğimiz Britanya’da popülizm nasıl “geçer akçe” haline geliyor?
“Demokrasinin sağlam kurumları”nı kurmuş ve bugüne kadar pekiştirmiş, olgunlaştırmış kurumlar, şimdiye kadar aşina olmadıkları türden tehditlerle karşı karşıya.
Birine “aşina” sayılır aslında: Göç. Bunlar dünyanın en zengin ülkeleri, dolayısıyla göç oraya yöneliyor. Bunu, yeterince tehditkâr bir gelişme olarak görüyorlar. Ama şimdilerde buna “terör” tehdidi eklendi. 11 Eylül’de, Batı ülkelerinde yıllarca yaşamış Müslümanların nasıl bir düşmanlık geliştirebildikleri görüldü. Sözgelişi şimdi milyonlarca Suriyeli yolda. “Benim memleketime gelip yerleşen Suriyeli çiftin burada doğacak çocuğunun bir Muhammed Atta olmayacağının, günün birinde benim ya da diyelim benim torunumun bindiği uçağı havada patlatmayacağının bir garantisi var mı? Yok! O halde istemiyorum bu adamların gelip benim memleketime yerleşmesini!”
Bu düşünce tarzını onaylamayabilirsiniz, ama herhalde anlamalısınız. “Bunun bir temeli yok” diyemezsiniz. Bir kere, bunun ortaya çıkmasının baş aktörü olan “İslâmcı” örgütler, El Kaide’den IŞİD’e, bu temelin fazlasıyla olduğunu kanıtlamaya çalışıyor.
Neyse, biliyoruz bunları, uzatmaya gerek yok: Batı toplumlarında yığınla birey, kendini bu tür tehditlerin hedefi ve muhtemel kurbanı olarak görüyor. Bu, Soğuk Savaş yıllarının “Komünizm tehdidi” gibi bir şey de değil. Ayrıca haklarını garantiye alan (sözgelişi Belçika’yı bir yıl hükümetsiz yaşatan) kurumlar da onu bu yeni tehdide karşı koruyamıyor.
Onu korumadığı gibi tehdit edenleri koruyabiliyor.
İşte o zaman siyasetini, söylemini vb. bu tehdit üzerine kurmuş olan popülist “önderler” birdenbire değer kazanıyor.
“Değer kazanıyor” sözü belki yanlış oldu: Biz hepimiz saygıdeğer kişileriz. Ama tatsız, “kirli” denebilecek bir iş yapmak gerekiyor. "Aramızda bu işi yapacak bir X var. Biz görmezden gelelim, o da bu işi yapıversin. Sonra, olmamış gibi, kaldığımız yerden devam ederiz.”
Amerika’da, diyelim “Omaha Rotary Club” üyesi falanca ile Sunderland’de emekli işçi filanda, Trump’a ya da Boris Johnson’a bayılmıyor; başka bir bağlamda “O da kimmiş?” diye konuşabilir. Ama bugün yapılacak tatsız işler var.
Tatsız işler bugünden yarına bitmiyor, sorunlar çözülmüyor (bu anlayış egemen oldukça çözülmez de); dolayısıyla bu tür “selâmet” vaad eden popülist “kurtarıcılara” ihtiyaç da tükenmiyor.
IŞİD’le Esed arasında seçme yapmak zorunda kalmak yeterince ağır bir keyfiyet; bir ucunda Donald Trump, öbür ucunda Tayyip Erdoğan’ın iktidar olduğu bir “hür dünya”da yaşamak da kolay değildi.
Hepimize kolay gelsin.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.