Hafta sonu Diyarbakır’da Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) genel kurulu yapıldı. DTK Eşbaşkanı Aysel Tuğluk’un burada yaptığı uzun açılış konuşmasına daha önceki yazılarımızda değinmiştik. Tuğluk o konuşmada “Yaşanan kimi zihni ve kısmi yasal değişiklikleri AKP’nin iktidarı ve vizyonu ile açıklama yanılgısına kim se düşmemelidir” demiş ve şöyle devam etmişti: “Ret ve inkâr politikalarını Başbakan sonlandırmamış; varlığımızı ve kimliğimizi kabul etmek zorunda kalmıştır. Çünkü bu halk direndi ve ‘Kürt vardır’ dedirtmek için korkunç bedeller ödendi. Ne acılar çektiğimizi bir biz biliriz, bir de bize bu acıyı yaşatanlar. Doğru yerden bakmayı bilmek, bazı yanılgıları ortadan kaldırmak lazım. Kimsenin bize bahşettiği bir şey yok!”
Bu paragraftan da anlaşılacağı gibi AKP iktidarıyla Kürt siyasi hareketi arasında “Ben verdim”, “Hayır, ben kazandım” şeklinde özetlenebilecek bir çekişme var. “Peki kim haklı?” diye sorulacak olursa birbirinden farklı cevaplarla karşılaşıyoruz. Örneğin 31 yıl sonra ülkeye dönen Kürt siyasetçi Kemal Burkay, AKP iktidarının Kürt sorununun çözümü yolunda attığı adımları hayli önemsiyor ve bunları küçümseyen, açılım sürecinde hükümete destek vermek yerine köstek olan Öcalan liderliğindeki hareketi açık ve sert bir biçimde eleştiriyor.
Burada en kritik soru şudur? PKK ve onun silahlı eylemleri olmasaydı Kürt sorununda hangi aşamada olurduk? Devlet Kürt realitesini daha önce mi, yoksa daha sonra mı tanırdı? Sorunun çözümüne yönelik daha fazla mı adım atılırdı, yoksa, örneğin bir TRT 6’yı yıllarca bekliyor mu olurduk? Başından beri silahlı mücadeleye karşı çıkmış olan Burkay ve onun çizgisindekilerin bu soruya cevabı herhalde “PKK olmasaydı Kürt sorununda daha erken ve daha hızlı ilerlemeler kaydedilirdi” olacaktır.
Şahsen emin değilim. Galiba bu soruyu cevaplamada Tuğluk ile Burkay arasında bir yerde duruyorum. Daha önce de yazıp söylediğim gibi, beğenelim ya da beğenmeyelim, PKK’nın silahlı eylemleri, geri dönülemez bir şekilde Kürt sorununu Türkiye’nin gündemine sokmuştur. İlk başlardaki önemsemez tavırları bir yana bırakırsak, 1980 ortalarından itibaren tüm hükümetler bu sorunu çözmek için kolları sıvamış ama kısa sürede pes etmişlerdir.
Bu pes etmenin temel nedeni, söz konusu hükümetlerin Kürt sorununu “gönüllü” olarak değil de “zorunlu” olarak çözmeye kalkışmalarıydı. Yani ayakları hep geri geri gidiyor; çözümde ısrar etmiyorlar ve çözümsüzlüğü dayatan her gelişmeye kolayca teslim oluyorlardı.
AKP’nin farkı
Bu noktada AKP’nin daha farklı bir konumda olduğuna inanıyorum. Çünkü AKP’yi oluşturan kadroların önemli bir bölümünü bir gazeteci olarak yıllardır tanıyorum. Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Bülent Arınç gibi isimlerin, ister “İslam kardeşliği” deyin ister başka bir şey, bu soruna geleneksel “ret, inkar ve asimilasyon” çerçevesinden bakmadıklarının ve bir an önce kalıcı bir şekilde çözülmesinden yana olduklarının tanığıyım. İşte bu nedenle Gül “Güzel şeyler olacak” dediğinde inandım ve umutlandım; hükümet Kürt açılımı ilan ettiğinde, gelebilecek tepkileri önemsemeyip, bir vatandaş olarak buna destek verdim, vermeye de devam ediyorum.
Hemen “Açılım mı kaldı ki!” diye itiraz edenler olacaktır. İşte “ben verdim”, “hayır, ben kazandım” kavgası bırakılır ve Türkiye’nin kazanması istenirse, açılım pekala kaldığı yerden devam eder.
Ama her şeyden önce PKK’nın şu silahların artık hiçbir işe yaramadığını kabullenip bırakması gerekiyor. Çünkü silahlı mücadele artık çözümü değil sorunu derinleştiriyor.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.