Önceki gün Savcı Sadrettin Sarıkaya, Devrimci Karargâh Davası’ndaki mütalaasında, eski emniyet müdürü Hanefi Avcı hakkında 49,5 yıla kadar hapis cezası istedi. İşin hukuki yönü hakkında çok şey söylendi, daha da söylenecek. Biz bugün Sarıkaya ile Avcı karşılaşmasının daha sembolik olan bir başka boyutunu ele alalım.
Sarıkaya, bildiğimiz gibi, geçen yıl bu tarihlerde, özel yetkili savcı kimliğiyle MİT Müsteşarı Hakan Fidan, eski müsteşar Emre Taner ve eski müsteşar yardımcısı Afet Güneş başta olmak üzere MİT’in üst düzey yöneticilerini KCK soruşturması kapsamında ifadeye çağırmıştı. Sarıkaya, MİT yetkililerini özellikle “Oslo süreci” diye anılan PKK ile görüşmeler hakkında sorgulayacak, belki de tutuklanmalarını isteyecekti. Siyasi tarihimize “MİT krizi” olarak yerleşen bu olayın bir tarafında PKK ile görüşme yanlısı MİT, karşı tarafındaysa bu stratejiye karşı çıkan Emniyet ve onunla uyum içindeki bazı özel yetkili savcı ve yargıçlar vardı. Dolayısıyla Sarıkaya, devlet içinde Kürt ve PKK sorunları konusunda yaşanan ayrışmada “güvenlikçi” olarak tanımlanan bloğun simge isimlerinden biri oldu.
Avcı’nın uyarı ve önerileri
Hanefi Avcı ise, genellikle MİT’in uhdesinde olduğu düşünülen “müzakereci” çizginin emniyet içindeki önde gelen savunucularından biri oldu. Avcı PKK ve Kürt sorunlarını iyi bildiği iddiasındaydı. Özellikle 1984-1992 yılları arasında Diyarbakır’da görev yapmış olduğu ve PKK’nın ilk ciddi silahlı eylemleri olan Eruh ve Şemdinli baskınlarını 15 Ağustos 1984 günü gerçekleştirdiği düşünülürse bu iddianın mesnetsiz olduğu pek söylenemez. Nitekim Avcı yıllar sonra, “Haliç’te Yaşayan Simonlar: Dün Devlet, Bugün Cemaat” adlı kitabının önemli bir bölümünü iç içe geçmiş bu iki soruna ayırdı.
İlginçtir, kitabı çıktıktan sonra Avcı’yı itibarsızlaştırmak için ellerinden geleni yapan çevreler ve bunların medyaya iliştirdiği isimler, onun Kürt ve PKK sorunları üzerine yazdıklarını da epey köpürttüler. Ancak Ağustos 2010’da bir karalama kampanyasına malzeme olabilen “Şimdi de ‘Öcalan ve PKK ile görüşülemez’ deniyor. Peki kiminle görüşülecek? Sorun oradaki sıradan halk değil ki. Sorun, davanın şahsında somutlaştığı Öcalan ve örgüttür. Onlarla görüşülmeden hangi sorun halledilebilir? Daha doğrusu onlardan başka konuşacak bir muhatap var mı ki? Bugün muhatap alınacak herkes ancak oradan izin aldığı zaman konuşabilir” türü yaklaşımlar bugün devlet politikası hâline gelmiş durumda.
Geç oldu, temiz olsun
Avcı kitabında, PKK ve Öcalan’ın o tarihlerdeki duruş ve tavırlarını “Türkiye için bulunmaz şart” olarak nitelemiş ve şöyle yakınmıştı: “Türkiye bu nimetin farkında değildir. Bu savaşın bitmesi için bütün şartlar olgunlaşmış ve her şey hazırdır. Örgüt, devlet istese ve planlasa dahi öngöremeyeceği kadar iyi bir noktaya gelmiş ve çok iyi bir fırsat yakalanmış olmasına rağmen, devlet hâlâ bu fırsatın farkında değildir.”
Yeni İmralı süreci ile birlikte devletin, geç de olsa Avcı’nın dediği noktaya geldiğini görüyoruz. “Geç oldu ama temiz olsun” diyelim.
Yazıyı bitirirken iki not:
1) Kimi birbirine benzeyen, kimi de çelişen “takvim” haberleri dışında yeni İmralı süreci hakkında pek fazla haber çıkmamasını işlerin iyiye gittiğinin işareti olarak görüyorum. Paris suikastına ve bir şekilde MİT ile irtibatlandırılmak istenen Ömer Güney adlı zanlıya rağmen pek bir arıza çıkmaması üzerine en fazla “nazar değmesin” diyebiliriz.
2) Dün Hanefi Avcı için “bir yalnız adam” tanımını uygun görmüştüm ama dünkü gazetelerde kendisine gösterilen ilgi, artık eskisi kadar yalnız olmadığının kanıtı. Özellikle MİT krizinden sonra çok şeyin değişimiş olduğu aşikâr. Umarım Avcı bir an önce özgürlüğüne kavuşur ve çok da geç olmayan bir tarihte, bir TBMM komisyonunda kendisine düzenlenen komplolar hakkında tanıklık yapar.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.