Yaklaşık 8 aydır Risale-i Nur Külliyatı üzerinde devletçe uygulanan bir ipotek var; bandrol verilmediği için, Nurların basımı da fiilen durmuş vaziyettedir. Gerekçe, güya birilerinin “sadeleştirme” adı altında Nurlarda yaptıkları tahrifatın önüne geçmekmiş. Kendilerini Üstad’ın “yasal varisleri” diye ilan eden bir kaç zevat-ı muhtereme, Kültür Bakanlığı’na başvurmuş da bakanlık da başvuruyu yerinde bulmuş; saldırıya uğrayan Nurları himayesine almışmış. Her ne ise, kal u kîllerden sarf-ı nazarla biz işin hakikatini irdelemeye bakalım.
Malum, yazılı ve görsel basında aylardır tartışıla gelen bir “bandrol” polemiği vardır. Bu tartışma ekseninde, “vasiyetname”, “vekâletname”, “yasal varisler”, “manevi varisler”, “hakiki varisler” gibi kavramlar da piyasaya giriverdi. Yasal varis olarak “Seyda Ünlükul”, manevi varisler olarak da “Said Özdemir” ve “Ahmed Aytimur”un adını sıkça duymaya başladık. Biri 1963’e tarihlenen ve biri de tarihsiz olmak üzere iki adet vekâletnameye tesadüf ettik. Bu arada Diyanet’in bastırmış olduğu İşaratü’l-İ’caz kitabına kavuştuk. Risale-i Nur Talebeliği ve neşriyatıyla ilgili-ilgisiz birçok çevrenin devletle ya da karşılıklı kapışmalarına şahit olduk ve halen de olmaktayız. Kısacası ortalık toz-duman...
Peki, bütün bunlar yaşanırken, bizim söyleyecek sözümüz yok mu? Neden olmasın? Madem ağzı olan konuşuyor, biz neden konuşmayalım ki?
Şunu samimiyetle söylüyorum; Nurlara dair yazdığım tüm yazılarımda olduğu gibi, bu yazıda da sağa-sola çekmeden, sadece hakkın tecellisi ve hakikatin tezahürü için yazacağım. Kim nasıl anlarsa anlasın; yeter ki hak sağ olsun. Bir cenaha yaslanarak bir başka cenahla kavga etmek, hak ve hakikatin anlaşılmasına hizmet etmez; kör döğüşe ve karşılıklı inatlaşmaya götürür ki, bu tarz bir mücadelenin de çıkışı ve çözümü olmaz. Onun için, katı ve keskin tarafgirlik hislerinden tecerrütle, belgeler üzerinden olaya yaklaşacağım.
Belgelere girmeden, belki de sonda söylemem gereken sözü başta belirteyim: Şahsım olarak Risale-i Nur’u, ümmetin malı olarak görüyorum. Üstad’ın ifadesiyle, Risale-i Nurlar, “Kur’an’ın malı” ve “mirî malı”dır. Onun hedefi imanî, Ku’anî ve uhrevîdir; dünya malı suretinde kullanılamaz; temellük edilemez. Bu husus, Risale-i Nur’un yüzlerce yerinde izah ve ispat edilmiştir. Nurlar, tıpkı güneş ve hava gibidir; bunlar temellük ve inhisar altına alınmadığı gibi, Nurlar da umuma bakıp birilerince istimlak edilemez. Tek şart, havayı, suyu, toprağı kirletmeye, güneşi örtmeye kimsenin hakkı ve yetkisi olmadığı gibi, Bediüzzaman’ın ümmete miras bıraktığı Nurları da tahrip ve tahrif etmemek şartıyla, herkes yararlanabilmelidir.
Şimdi belgelerimize geçelim. Belgelerimiz, “vasiyetnameler” eksenindedir. İlk belgemiz, Üstad’ın kendi el yazısı ile vasiyetnamesidir. Bu vasiyetname, kendisinin el yazısı ile olduğu için, mevcut vasiyetnameler içinde en muteber ve hükmü en geçerli olandır. Diğer vasiyetname ve vekâletnameleri ise, buna muvafık olup olmadığı çerçevesinde değerlendirmeliyiz. Önce orijinal belgemizi sunalım, sonrasında ise Latince çevirisini vererek, muhtevasını okuyalım:
Çevirisi:
“ VASİYETNAMEMDİR
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Ecel gizli olmasından vasiyetname yazmak sünnettir. Benim metrukâtım, Risale-i Nur’dan olan benim hususi kitaplarım ve güzel ciltlenmiş mecmualarım ve saire şeylerim, bütününü Gül ve Nur fabrikaların heyetine, başta Hüsrev ve Tahirî olarak on iki kahraman kardeşlerime vasiyet ediyorum. Onlara bırakıyorum ki, emr-i Hak olan ecelim geldiği zaman benim arkamda o metrukâtım, benim bedelime hizmet-i Nuriye ve imaniyede çalışsın ve isti’mal edilsin.
Kardeşlerim, siz bu vasiyetten telaş etmeyiniz. Ben, teessürattan ve dokuz defa zehirlenmekten pek çok zayıf olmakla beraber, gizli münafıkların desiselerle müteaddit suikastları için bu vasiyeti yazdım.
Merak etmeyiniz, inayet-i Rabbaniye ve hıfz-ı İlahî devam ediyor.
(Not: Bu vasiyetnamenin aynısı, Emirdağ Lahikası, c. 1, sh. 136’da da geçmektedir.)
Emirdağ esaretinde, yani 1944-47 yılları arasında kaleme aldığı bu vasiyetname, vasiyenamede de belirtildiği üzere sünnet olduğu için yazılmıştır. Ancak, dokuz defa “zehirlenmek” ve müteaddit “suikastlar” bu vasiyetnamenin yazılmasını tetikleyen amillerdendir. Dikkat edilirse, bu vasiyetnamede hiç bir resmiyetten, yasallıktan bahis yoktur. Ne “kanunî/yasal varislerim”, ne de “manevi varislerim” gibi bir ifade yoktur. Çünkü Üstad’ın hizmeti tamamen hasbî ve gayr-ı resmîdir; o hizmetin semeresi ve metrukâtı olan Nurları resmiyete büründürmek, onun ne hizmet şekline, ne de hizmet anlayışına sığışmaz.
Evet, Cumhuriyet yönetimi boyunca hiç bir resmî işe bulaşmayan Üstad, kendi hizmetini de asla resmiyete bulaştırmamıştır. Zaten o hizmet ve hadimleri değil mi ki, bütün bir Cumhuriyet tarihi boyunca hep ezilmiş, sindirilmeye çalışılmıştır. Hukuku ayaklar altına alan bir rejimden ve o rejimin bekçiliğini ve himayesini üstlenen mahkemelerden hakkın teslimini ve tatbikini istemek, Üstad hak ve hakkaniyet anlayışıyla taban tabana zıt olduğu için, ta vefatına kadar ehl-i dünyanın hukukuna başvurmamış, onlardan hak talebinde bulunmamıştır. Onlar değil mi ki, ölüsüne dahi tahammül edemediler; meçhullere mahkûm etmişlerdir.
Bir diğer husus, vasiyetnamede bahsi geçen on iki (12) kişilik heyetten sadece iki (2) kişinin ismi verilmişken, diğerleri belirtilmemiştir. Onlar kimlerdir? Onları da tanımaya çalışalım. Aslında sayı verilmiş, adres de belirtilmiştir; Gül ve Nur Fabrikaları Heyeti... Başlarında Hüsrev ve Şehit Hafız Ali’nin olduğu iki heyet. Bu vasiyetname yazıldığında Hafız Ali hayatta değildi; zira o Denizli Hapsinde şehit olmuştu (1944). Dolayısıyla adı geçen 12 kişi şunlardır: Hüsrev, Tahirî, Rüşdü, Refet, Hoca Sabri, Hâfız Mustafa, Büyük Ruhlu Küçük Ali, Büyük Mustafa, Nuri Benli, Hafız Mehmed, Marangoz Ahmed, İbrahim Gül.
Bu vasiyetnamenin dışında bir başka vasiyetname ise aşağıdaki şekildedir. Bu ikincisi, Üstad’ın elyazısı ile değildir, ancak Üstad’ın yazısını takliden, altına “Saîd Nursî” yazılmış ve bir de Üstad adına imza yerine bir mühür çakıvermişler. Tasdik edenlere gelince, hem sayı, hem de isim olarak hayli değiştirilmişlerdir. Birinci vasiyetnamede, Üstad’ın ismi, Arapça dilbilgisi kurallarına uygun olarak, ﺳﻌﻳﺩﺍﻟﻧﻭﺭﺳﻰ şeklinde iken, ikincisinde, tahrifatçı taklitçiler kendi keyiflerince, ﺳﻌﻳﺩ ﻧﻭﺭﺳﻰ yazımını tercih etmişlerdir. İyi niyet besleyerek, imzanın bulunduğu yerde kâğıt kırışmıştır diyelim; dolayısıyla ﺍﻝ harflerinin kaybolmuş olduğunu varsayalım. Her ne ise, biz belgemizi sunup, tercümesine geçelim:
Terümesi:
Ben seksen küsur yaşında, gayet ihtiyar, gayet hasta bulunduğumdan ve ecel gizli olmasından Nur hizmetindeki vazifemi görecek pek çok hakikî kardeşlerim bulunduğundan manevi bir ihtar ile bu vasiyetnamemi yazıyorum.
Evvelâ: Madem son hayatımı Risale-i Nur’a vakfetmiştim, Nur’un has talebelerinden bir kısmı aynen benim gibi kendilerini hizmet-i imaniye ve Nuriye için vakfetmişler. Ve bazılarının peder ve valideleri de onları Nurlara vakfetmiş. Benim evladım olmadığından, ben de onları hakikî evlâdım hükmünde benden sonra Risale-i Nur’a ait malım-servetimi o manevi evladlarıma Nur’un hizmetine sarf etmeleri için onlara hediye ve temellük etmişim. Vefat ettikten sonra onlar sahip olacaklar.
Ben nasıl Nur’un hizmetinde iktisad ile bazı tayinlere sarf ettiğim gibi, onlar da o vazifeyi yapmağa kat’i kanaatim gelmiş. Onları da varislerim diye ilân ediyorum.
Bu manevi evladlarımla beraber, yirmi sene benim talebem ve nesebî kardeşim Abdülmecîd ve otuz beş sene Risale-i Nur hizmetine kendini feda eden Hüsrev ve yirmi küsur sene Tahirî ve Mustafa Gül ve Nazîf Çelebî ve Küçük Ali ve Sıddık Süleyman ve Süleyman Rüşdü ve Mehmed ve Mehmed ve Muhlis ve Osman gibi zatlar, bu manevi evladlarıma büyük kardeşleri nev’inden onlara yardım etmek ve nazır ve müdebbir olmasını rahmet-i İlahiye onların muvaffakıyetini niyaz ediyorum.
Şimdilik Hizmet-i imaniye ve Nuriye’ye vakıf ve hizmetimde bulunan Sungur, Zübeyir, Ceylân, Bayram, Hüsnü, Yılmaz gibi aynı onları hakikî evladlarım olarak onları kabul etmişim. Benden sonra bana ait ne varsa kendim hayatta iken verdiğim tayin gibi tayinlerini alacaklar ve Risale-i Nur’un tab’ı vasıtasıyla hâsıl olacak sermayeyi kendini Nur’a vakfedeceklerin hakikî muhtaç kısmına büyük ağabeyleri vasıtasıyla onlara tayinatlarını verebilirler.
Barla’da vefat edersem Barla’nın yukarı mezaristanına, İsparta’da vefat edersem Sava mezaristanına götürünüz.
Dikkat edilirse, bu vasiyetnamenin altındaki isimlerin sayısı 7’ye inmiş; Hafız Ali, Refet, Hoca Sabri, Küçük Ali, Hafız Mustafa, Hafız Mehmed, Marangoz Ahmed gibi isimler yoktur. Üstad, “seksen” yaşında olduğunu ifade ettiğine göre, vasiyetnamenin yazıldığı tarih 1953’e tekabül etmektedir. Hafız Ali 1944’te şehit düştüğüne göre(zehirle), onu saymayabiliriz. Ya diğerleri? Ki çoğu Üstad’dan sonra vefat etmişlerdir; niçin onların isimleri yok ve neden Kâtip Osman, Terzi Mehmed gibi kimseler ilave edilmiştir? 12 kahraman kardeş ya da fedakâr talebe, neden 7’ye inmiştir? Düşünülmesi gereken bir nokta...
Not: Mevcut Külliyat’ta geçmeyen bu vasiyetnamenin sonuna iliştirilen “Barla’da vefat edersem Barla’nın yukarı mezaristanına, İsparta’da vefat edersem Sava mezaristanına götürünüz.” ifadesinin, farklı bir yazı olup (Hüsrev Abi’nin yazısı) sonradan ilave edildiğini ayrıca belirtmeliyim.
Gelelim üçüncü bir vasiyetnameye. Emirdağ mahreçli 19.9.1957’ye tarihlenen bu vasiyetname, son zamanlarda ortaya çıktı ve birilerince en sahih vasiyetname olarak ilân edildi. Altındaki imza Üstad’a ait değildir; ancak Üstad’ın yazısına benzeyen bir dipnotla, belgeye itibar ve makbuliyet süsü verilmiştir. Muhtevası, ilk verdiğimiz vasiyetnameyle aynı olduğundan, ayrıca çevirisini vermeyeceğim. Sadece dipnotla ilgili değerlendirmemi vereceğim:
Dipnot şöyledir: “Kardeşim Abdülmecîd, Zübeyir, Mustafa Sungur, Ceylân, Mehmed Kaya, Hüsnü, Bayram, Rüşdü, Abdullah, Ahmed Aytimur, Tillolu Saîd, Mustafa, Mustafa, Seyyid Salih”
On yıl içinde üçüncü bir vasiyetname ve sürekli değiştirilen vasiler... Bu nasıl olur? İlk vasiyetteki isimler nereye gittiler? Hepsi öldüler mi? Hayır. Üstad’la aralarımı açıldı? Hayır. Yurt dışına mı gittiler? Hayır. E, o halde nerede Hüsrev, nerede Tahirî, nerede Refet, nerede Büyük Ruhlu Küçük Ali ve nerede öteki sağlar? İşte, Üstad ve Risale-i Nur üzerinden oynanan oyunu görün ve ibret alınız! Üstad’ın kudsî ve manevi mirası üzerinden yükselmek isteyenlerin, ne tür filim ve fırıldaklar içine girdiklerini görün ve ibret alınız! Peşpeşe vasiyetnameler, sürekli değişen vasiler!... “12 Karhraman kardeşler”den 2 + 14’e çıkarmalar?
Gelelim 4’üncü bir vasiyetnameye. Bunun tarihi yok; içinde hiç bir vasinin ismi, altında ise hiç bir talebenin imzası mevcut değildir. Sadece biriler yazmış; Üstad da noter gibi “tasdik” etmiş. Hem de yanlış bir şekilde: “Evet, bu siyetnameî tasdîk ederim, Saîd Nursî” şeklinde... İsterseniz, çevirisini de verelim ki, herkesin muhtevadan da haberi olsun:
Çevirisi:
“Üstadımızın Vasiyetnamesi
Hem benim şahsımın, hem Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsinin sermayesi, kendilerini Risale-i Nur’un hizmetine vakfedenlerin tayinlerine verilecek; hususan nafakasını çıkaramayanlara vermek lâzımdır.
Şimdi de kaç senedir tayinleri verilen Nur talebeleri haslara malum olmuş. Ben de yanımda şimdi bulunan kardeşlerimi kendime vâris ve benim vazifemi yapmaya çalışmak lâzım. Tesanüdü de muhafaza etsinler.
Evet, bu vasiyetnameyi tasdik ediyorum.
Said Nursî”
(Not: Bu vasiyetnamenin aynısı, Emirdağ Lahikası, c. 2, sh. 200’de geçmektedir.)
Üstad’ın, “Vasiyetimdir” ya da “Vasiyetnamemdir” demesi yerine, talebeleri ya da birilerince “Üstadımızın vasiyetnamesi” şeklindeki bir başlıkla hazırlanan vasiyetin altında hiç bir şahidin isim ve imzasının olmaması ise şaşırtıcı... Elbet, Üstad’ın yazısının burada da taklit edildiği izahtan varestedir. Zira yukarıda da belirttiğim gibi, vasiyetnamenin altındaki yazı, “Evet, bu siyetnameî tasdîk ederim, Saîd Nursî” şeklindedir. Yani Üstad’a onaylatılan bir yazıyı, Üstad iki yanlışlık yaparak güya geçerli kılmıştır; bu yanlışlardan en vahimi de Üstad’ın ismini yanlış yazmasıdır. Bu vasiyetnamede belirtilen “kendilerini Risale-i Nur’un hizmetine vakfedenler” ile “nafakasını çıkarmayanlar” ise belirtilmemiştir.
Kısacası, arzettiğim vasiyetnameler arasındaki tenakuzlar, vasi tayin edilenlerin isimlerindeki farklılıklar, vasiyetnamelerin altına iliştirilen isimlerin şaibeli olduğunu ve esas olanın, vasiyetin, özellikle de ilk iki vasiyetin içeriğinde belirtilen ve işaret olunan kimseler üzerinde yoğunlaşmamız gerektiğini ortaya koymaktadır. Peygamberlerin maddi mirası olmadığı gibi, hayatını Peygamberî davaya vakfetmiş Üstad gibilerinin de mirasının olmadığını, olamayacağına hükmedebiliriz. Dolayısıyla onun hakikî varisleri, onun davasını kendi davası, kitaplarını kendi telifatı gibi bilip sahiplenen sadık talebeleri ve onu seven bütün Ümmet-i Muhammed’dir. Nurları tahrif edenler; onlardan menfaat devşirenler, Said-i Nursî’nin en yakınındaki birisi de olsa, onun vasi ve varis olma vasfı yoktur ve tanımayız.
Üstad’dan nakledeceğim şu ifadeyle, vasiyetnamelerle ilgili yazımın bu birinci bölümünü sonlandırmak istiyorum: ”Talebeliğin hâssası ve şartı şudur ki: Sözler'i(Risale-i Nur Külliyatı’nı) kendi malı ve te'lifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini, onun neşir ve hizmeti bilsin.”(Mektubat,344)
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.