11 Eylül bir vahşetti, şiddetin insanlığa, dünyaya, akla, siyasete meydan okumasıydı. Büyük bir kırılmaya işaret etti. Nitekim onu takip eden günler, başka bir meydan okumayı devreye soktu.
Şiddet silahı bu kez karşı tarafın elindeydi. ABD’nin Afganistan, Irak işgalleri, açtığı toplama kampları, yaptığı işkenceler, Batı kamuoyunda güvenlik tedbirlerinin ayrımcılık kokmaya başlaması, Müslümana karşı önyargı ve tahkir, kestirme ifadeyle İslamofobi 2000’li yıllara damga vurdu.
Bu dalga doğal olarak geri döndü ve İslami dünyada büyük akisler yaptı. Bu dünyadaki köklü Batı endişesi ve karşıtlığı aktif hale geçti. Filistin meselesi, Gazze koridoru, Mısır’daki darbe bu durumu besledi. Ve tepki, öfke ve meydan okumaya dönüşerek, adım adım radikal hareketlere uygun sosyal zeminler oluşturdu.
Ancak bu yarılmanın sadece radikal hareketlerle ifade edildiğini sanmamak gerekir.
Görülmektedir ki, Batı’daki Müslüman fobisi, İslami dünyadaki Batı fobisiyle birlikte yol almıştır.
Bu keskin kefenin elbet diğer tarafı da bulunuyor.
Avrupa’da, üçüncü, dördüncü kuşak göçmenlerle, Avrupalı Müslümanlar diye toplumsal bir kategori doğuyor. Bu kategori kendisinden farklı olanla, Batılı değerlerle etkileşim içinde yeni Avrupa kimliğinin kurucu unsurlarından birisi olmaya doğru ilerliyor.
Bunun fiili ve simgesel anlamı oldukça derindir.
Nitekim ana akım bir dönem siyasi açıdan da bu istikametteydi.
Arap Baharı’nın ilk evresinde, diktatörlüklerin yıkıldığı, İslami nitelikli toplumsal enerjinin açığa çıktığı, Mısır ve Tunus’ta genel seçimlerle demokratik mekanizmanın devreye girdiği günlerde dünyanın bir medeniyetler savaşına değil, bir etkileşime, bir senteze, bir değerler barışına doğru yol aldığı varsayılıyordu.
Türkiye bu evrede serbest piyasa ekonomisi, İslam ve demokrasi birlikteliği, demokratik laiklik üçlüsüyle, biraz da bu yüzden model olarak anılıyor, bu evrenin önde gelen simgelerinden sayılıyordu...
Ancak geleneksel çıkar kartlarının yeniden karılması, deneyim sorunları , farklı toplumsal eğilimlerin tokuşmasıyla an geldi, Arap Baharı ters yüz oldu ve ikinci aşamaya geçti. Bir adım sonra Mısır’da darbe, Batı’nın darbeyi destekleyen politikaları, yeni sentez dönemini taşımaya potansiyel aday İhvan ve Hamas’ın terör örgütü ilan edilmesi, özetle “İslam-demokrasi sınavının başarısız ilan edilmesi”, İslamofobinin hiç hafife alınmayacak bir tezahürü olarak eski denkleme dönülmesi, Türkiye’nin açık ve sert bir dille bu politikaya karşı çıkması hem fiili durum hem algıda tüm dengeleri bozdu.
IŞİD gibi radikalleşmeye işaret eden örnekler bir yana, İslami dünya genel olarak bu duruma adaletsizlik algısıyla, derin belleğindeki kötü Batı deneyimini öne çıkararak büyük bir rahatsızlıkla yanıt verdi.
Örneğin IŞİD’e karşı tavırdan önce Batı’ya karşı tavır geldi.
Açıklamalar, nedensellikler sadece öteki ve Batı üzerinden kurulmaya başladı, iç konuşma sınırlandı, hatta baskılandı.
Charlie Hebdo vahşeti ve onu takip eden diğer olaylar bu gerilim ve kavga öyküsünün ve kutuplaşmanın doruk noktasıdır.
Parmaklar karşılıklı sallanıyor ve sallanacak.
Müslüman fobisi ve Batı fobisi tokuşacak.
Ve herkes zarar görecek.
Her iki taraftada bu vahameti görecek ve dindirecek akıllara ihtiyaç var.
Önce ötekine değil kendisine konuşacak akıla...
Tarafların birbirilerinin değerlerini ve hassasiyetlerini görmeye çağıracak bir akıla....
Bu, bir tarafta, Charlie Hebdo baskınının (peygambere yapılan saygısızlığı bunun içine sokmama hakkını ve bu konudaki tepkiyi saklı tutarak) basın özgürlüğüne bir saldırı olduğunu söylemekle mümkündür.
Bu, öte tarafta ise ayrımcılığın, dışlamanın, tahrikin, kutsal değerlere hakaretin açtığı değer çöküsüntüsünü ve fiili felaketini itiraf ve telafi çabasıyla mümkündür.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.