Kendisi de bir Pardayan olduğundan olsa gerek Mehmet Güreli seksenli yıllarda çıkardığı o müthiş Nisan dergisinin bir sayısını Michel Zevaco’nun Pardayanlar serisine ayırmıştı.
Biz “Pardayanlar”la büyümüştük.
Sanırım bizim kuşağın “Pardayanlar” okuyan kısmı, çocukluklarında hayran oldukları bu “kahramanın” değer yargılarını öğrenmişler, çoğunlukla da o değerlere uymaya çalışmışlardı.
Bizim toplumuzda “şövalyelik” geleneği yok.
Aristokrasi de yok.
Çetin Altan’ın dediği gibi “düello etmeyen, pusu kuran” bir anlayışın egemen olduğu topraklar bunlar.
Bilebildiğim kadarıyla “asil” sözcüğü her dilde olumlu bir anlam taşır.
Aynı zamanda bir çöküntüyü de içinde taşıdığı söylenen tarihten kaybolmuş bu sınıfın sıfatı neden hâlâ bir övgü sözcüğüdür peki?
İsimlerini, hayatlarından daha kıymetli görmelerinden belki.
İsimlerine bir leke sürülmesine razı olmaktansa ölmeyi tercih ederler.
“Ayıp” olan bir şeyi yapmak, utanılacak duruma düşmek ölümden de beterdir onlar için.
Nelerin ayıp olduğu da yazılı olmayan çok kesin kurallarla belirlenmiştir, korkmak çok ayıptır, kadına kaba davranmak çok ayıptır, bir kadının adını lekelemek çok ayıptır, güç karşısında sinmek çok ayıptır, düellodan kaçmak çok ayıptır, “kaybetmeyi” taşıyamamak çok ayıptır, sızlanmak çok ayıptır, övünmek çok ayıptır, “hile yapmak” çok ayıptır, aileni, arkadaşlarını, taraftarlarını utandırmak çok ayıptır.
Biraz sonra birbirlerini öldürmek için dövüşecek iki rakip düellodan önce birbirilerini saygıyla selamlarlar.
“Rakip” değerli biridir çünkü.
Rakibine değer vermemek, kendine değer vermemektir.
Eşit şartlar altında dövüşürler, rakibinden önce ateş etmeye kalkmak, hayatını kurtarmak için kurnazlığa sapmak, kendi hayatını tehlikeye atmadan rakibini yenmeye çalışmak asla kabul edilemez.
Kendi ailesi bile reddeder böyle birini.
Bu kurallar, insanlığın ortaklaşa beğendiği, kendisi uymasa bile “değerli” bulduğu, buna uyanlara saygı gösterdiği ölçütlerdir.
Elbette artık hayat çok değişti, şövalyeler de, aristokratlar da ortadan kayboldu, “kazanmak” her yerde çok önemli oldu.
Ama hâlâ “şövalyelerin” değerleri hayranlık uyandırıyor.
Hâlâ bu “değerler” toplumların bilinçaltındaki “ayıp” anlayışını besliyor, bu değerlerle tamamıyla ters düşmek ayıplanıyor.
Ve, hâlâ insanoğlu “utanma” duygusuna sahip, bu değerlere aykırı davrandığında bile “utanılacak” bir iş yaptığını biliyor.
Bizde şövalyelik yoktu ama bizde “kabadayılık” vardı ve “değerleri” az çok şövalyeliğin değerlerine uyardı.
Kabadayılar her zaman saygı görürdü.
Refii Cevat Ulunay “Sayılı Fırtınalar”da o zamanki kabadayıları ve onların “söylenmeyen kurallarını” anlatmıştı, kabadayılar için de “utanmak” ölümden beterdi.
Devlet, kabadayıları kendi himayesine alıp onları “mafyalaştırdığından” beri bizde kabadayılık da kayboldu, hâlâ kabadayılık kurallarına uyan birileri var ama artık eskisi gibi bir “müessese” değil bu.
Zaten şövalyeleri olmayan, kabadayılarını da kaybetmiş bir toplumda “toplumsal değerleri”, gizli kuralları, ayıp duygusunu, utanmayı, rakiple ilişkiyi, rakibe saygıyı, “hilesiz” davranmayı, “nasıl kazandığının” kazanmanın kendisinden bile önemli olduğunu genç nesillere nasıl anlatacağız, “utanma” duygusunu nasıl ayakta tutacağız, “ayıp” anlayışına nasıl hayat vereceğiz.
Bütün bunları yapabilmek için en mükemmel alan elbette spor.
Rakibin ve mücadelenin çok somut olduğu bir alan.
Bu alanı kirlettiğinde, toplumsal değerlerin çoğalıp kuşaktan kuşağa aktarılacağı “bir zinciri” koparırsın.
Ve, biz bu zinciri kopardık.
Şövalyelik kalmadı sporda, kabadayılık kalmadı, şimdi “külhanbeylerin” zamanı.
Hile, saygısızlık, hazımsızlık, çiğlik, kurnazlık, saygısızlık hâkim artık.
Halbuki spor, bir toplum için spordan daha önemli bir iş, gençlerin mücadeleyi, rekabeti, rakibi, saygıyı öğrendikleri bir yer.
Doğada bütün canlılar mücadeleyi daha yavruyken “oyun oynayarak” öğrenirler, oyun sadece bir “eğlence” değil aynı zamanda hayati bir eğitimdir.
İnsanlar için de böyledir.
Çocuklara, gençlere, “değerleri” önce sporda, oyunda öğretirsin.
Oyunu kirlettiğinde, bozduğunda, gençliği, toplumun geleceğini de bozar ve kirletirsin.
Özellikle futbolda “ayıp” duygusu kalmadı, “utanma” kalmadı, “ismini temiz tutma” endişesi kalmadı, rakibine saygı kalmadı.
Tek bir şey kaldı, kazanma ihtirası.
Ne pahasına olursa olsun kazanma.
Kazanamadığın zaman hileye sapmak, kaybettiğinde mızıkçılık etmek, kazanabilmek için her türlü kirli ilişkiye razı olmak mubah artık.
Sizce böyle bir anlayıştan nasıl bir gençlik çıkacak?
Ayıp duygusunu, utanmayı bilen, değerleri olan bir gençlik mi yetiştireceğiz yoksa çakal sürüleri mi olacak gençlerimiz?
Artık kimse Pardayanlar’ı okumuyor biliyorum, herkesin bir şövalye, bir kabadayı olmasını da beklemiyorum ama “utanma” duygusunu da tümden kaybetmek zorunda mı bu toplum bir maçı kazanma uğruna?
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.