Türkiye’de son bir ayda yaşananları, üç düzlemde, yani, bir yandan Türkiye’de AKP dönemine ilişkin demokratikleşme paradigmasının, diğer yandan özellikle son on yılda öne çıkan ve Türkiye’yi model olarak sunan ‘Müslüman ülkelerde yeni demokrasi’ paradigmasının, daha genel çerçevede, ise Soğuk Savaş sonrası yükselen ekonomik kalkınmacı model ve ‘yeni demokrasi pratikleri’ paradigmasının çöküşü çerçevesinde değerlendirmeye çalışmakta fayda var.
Daha önce, bir çok vesile ile, AKP dönemine ilişkin demokratikleşme paradigmasının zaaflarına işaret etmeye çalıştım. Özetle, eski statükonun çözülüşünün otomatik olarak demokratikleşmeye ön açacağı varsayımı, tam tersine yeni ve bu kez otoriter muhafazakar bir statükonun yerleşmesine ön açtı. Diğer yandan, bu varsayımın kalkış noktası demokratikleşmeyi muhafazakarların, ‘ekonomik liberalizmi ve siyasal pragmatizmi’ güvencesine dayandırmaktı. Bunun ne kadar çürük zemin olduğunu yeterince gördük sanırım.
İkinci planda, AKP eliyle demokratikleşme fikri ile, daha geniş ölçekli ‘müslüman ülkelerde, ılımlı İslamcı siyasetlerin demokratikleştirici potansiyeli’ paradigmasının örtüşme alanını hatırlamakta fayda var. Doksanlı yılların ortalarından bu yana, ‘medeniyetler çatışması’ tezine karşı, Müslüman ülkelerde demokrasi ile barışık ılımlı muhafazakar akımların Batı dünyasından farklı ancak, onlarla çatışmayan demokrasi pratiklerine öncü olacağı varsayımı yaygınlık kazandı. Bu çeçevede de, küresel pazar ekonomisine açıklık ve siyasal pragmatizm temel kriterlerdi. 11 Eylül sonrasında ise, ılımlı İslamcı/muhafazakar siyasetlere yüklenen anlam radikal İslamcılıkla savaşın temel aktörleri olabileceği fikri ile daha fazla vurgu kazandı. Türkiye’de eski statükoya karşı yükselen AKP, bu çerçevede model ülke olarak görüldü. Daha sonra, Ortadoğu’da bir çok ülkede eski statükoya baş kaldıran ve Arap Baharı adı verilen siyasi dönüşüm de, benzer bir anlayış ile değerlendirildi. Sonuçlardan yola çıkarak bir varsayımı mahkum etmek doğru olmaz, ayrıca Müslüman ülkelerde muhafazakar siyasetlerin demokratikleştirici potansiyelini tamamen göz ardı etmek haksızlık olur.
Ancak, bu potansiyelden söz edilirken, muhafazakar ve/veya ılımlı İslamcı siyasetler, kendi zihniyet dünyaları, yani toplum ve siyaset anlayışları ile değil, onlara atfedilen roller çerçevesinde değerlendirildi. Sonuçta, şimdilerde Arap Baharı’nın örnek ülkesi Mısır’da, Müslüman Kardeşler iktidarı müttefiki ordu ile uzlaşma içinde, Kahire gösterilerinin önünü kesiyor. Bu açıdan, Arap Baharı’nın geldiği nokta çok da şaşırtıcı olmayan biçimde bu paradigmanın çöküşüne işaret ediyor. Bu paradigmanın ‘model ülkesi’ Türkiye’nin sergilediği tablo da bu çöküşün bir diğer örneği oldu.
Gelelim, daha genel ölçekte Soğuk Savaş sonrası öne çıkan, kapitalizmin zaferinin, otomatik olarak ‘liberal demokrasi’nin de zaferi olacağı şeklinde özetlenebilecek küresel ölçekli paradigmaya. ‘Piyasa ekonomisine açılan toplumlar kaçınılmaz olarak demokratikleşir’ tezi başından beri zayıf bir iddiaydı. Nitekim, bu iddia ister istemez rötüşlenmek zorunda kaldı ve ‘demokrasi’nin yeniden tanımlanmasını gerekli kıldı. Bu kez, piyasacı ve ekonomik kalkınmacı modelin farklı toplumlarda, kendilerine özgü demokrasi pratikleri üreteceği tezi ortalığı sardı. Şimdilerde unutuldu ama, Müslüman ülkeler ve onların ‘kendi kültürleri’ne özgü siyaset pratikleri, ‘post-İslamist’ veya ‘İslami demokrasi’ kavramları öne çıkmadan, doksanlı yıllarda bir ‘Asya Yüzyılı’ furyası vardı. Güney Kore, Tayvan, Singapur, Çin, Viyetnam gibi Asya ülkelerinde yükselen kalkınmacı ekonomik modelin ‘başarısı’ gözleri o kadar kör etmişti ki, bu ülkelerdeki toplumsal sorunlar ve özellikle otoriter siyasetlerin yükselişine, ‘Asya değerleri’, ‘Asya demokrasisi’ gibi kılıflar bulunuyor hale geldi (x). Müslüman ülkelere reva görülen, ekonomik kalkınma ve ‘kültürlerine uygun demokrasi’ ikilisinin her derde deva olacağı fikri de, bu küresel ölçekli paradigmanın bir parçasıdır. Sonra, öne çıkan, Brezilya ve Hindistan gibi dünyanın yeni büyüyen ekonomilerine dair iddialı tezler de, aynı paradigmanın açlımlarıdır. Şimdilerde, büyüyen ekonomilerin en önde gelenlerinden Brezilya’nın, bir diğer namzet Türkiye’nin ardından patlamasını, bir de bu gözle, bu paradigmanın çöküşü açısından değerlendirmekte fayda var. İnsanı merkezine almayan, toplumsal sorunları, siyasal sonuçları görmezden gelen ekonomizm ve ekonomik kalkınmacılığın maliyeti sadece yoksulluk, adaletsizlik, küresel çevre ve kaynak yağması, baskıcı rejimler, insanlık kültürünün reddi ve bayağılaşma değil, bu anlayış aynı zamanda siyasi, toplumsal, ekonomik istikrarsızlık üreterek kendi bindiği dalı dalını kesiyor. Son olaylar bu gerçeğin dışavurumdan başka bir şey değil.
(x) Singapur’da yükselen siyasi otoriterliğe karşı eleştirel tutumu dolayısı ile, Üniversitedeki görevinden ve Singapur’dan ayrılmak zorunda kalan Christopher Linge’nin, 90’lı yılların sonunda Asya Yüzyılına dair eleştirel çalışmasına mümkünse göz atın. Linge’ın eleştirisi liberal/pazar ekonomisi ve sürdürülebilirlik çerçevesi ile sınırlı ancak, küresel ölçekte demokrasilerin geleceği açısından dikkate değer; ‘The Rise and Decline of the Asian Century-False Starts on the Path to the Global Millenium’, (Asia 2000 Limited, Hong Kong, 2000)
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.