Batı karşısındaki psikolojik ezikliğimiz siyasetçilerimizi de uzun süredir etkiliyor. Muhalefet kendi ülkesini ‘yabancılara’ şikayet ederken, hükümet tarafındaki siyasiler ise ne kadar doğru işler yaptıklarını anlatıp takdir bekleyebiliyorlar. Bu denklemin muhalefet kanadında halen pek bir değişiklik yok. Ama hükümete mensup olanların en azından birkaçında bu kalıbın dışına çıkma eğilimi nihayet görülüyor. Muhakkak ki bunun nedenlerinden biri son yıllarda gelişen özgüven duygusu. Gerçek bir özgüvene sahipseniz yanlışlarınızı örtüp kendinizi övme ihtiyacı da duymuyorsunuz. Yaptıklarınıza ve yaşananlara mesafe alabiliyor, nesnel bir değerlendirme yapabiliyor, samimi ve inandırıcı olabiliyorsunuz…
Söz konusu farklı duruşun iyi örneklerinden birine pazartesi günü Washington’da tanık olduk. İçişleri Bakanı Efkan Ala, Middle East Institute adlı düşünce kuruluşunun tertiplediği yıllık konferansta alışılmışın sınırlarını zorlayan ve Batılı kulağa hitap eden bir konuşma yaptı. Amerikalılar karşılarında hükümetin duruşuna yönelik soru cevaplarla ilerleyen, birkaç noktada şeytanın avukatlığını yapma eğilimi gösteren, açıklamalarını Türkiye’nin siyasi ortamına yerleştirirken içindeki istihzayı yüzüne yansıtmaktan çekinmeyen, ayaklarını sağlam basan bir siyasetçi buldular.
Ala konuşmasına bir uyarı ile başlamayı tercih ederken, hükümeti kayırma peşinde olmadığını da hissettirmiş oldu. Uyarı, bilgi kaynaklarımızın bakış açımızı belirleme gücüyle ilintiliydi. Batılıların bilgi edinme süreçlerinde genelde belirli ve hep aynı kaynaklara müracaat etmeleri, son dönemde Türkiye gerçekliğinin epeyce ötesinde, çoğu zaman yanlı ve yüzeysel bir bakış edinmelerine neden olmakta. İçişleri Bakanı bilgi kaynaklarının artırılmasını, bu meyanda sadece hükümet kanadından bilgi almakla yetinilmemesi gerektiğinin de altını çizdi.
Konuşmanın açıklanmış bir başlığı olmamasına karşın Ala “Ne yapmak istiyoruz ve ne yapıyoruz?” sorusunu bir tür başlık gibi kullanarak hükümetin genel tutum ve hedeflerinden özel uygulamalara doğru giden bir değerlendirme sundu. Türkiye tablosunun doğal girdisi olarak muhalefetin son on yıldaki siyasi çizgisini de ele aldı ama buna sadece bir iki dakika ayırdı. 17 Aralık’la tetiklenmek istenen darbe girişiminden ise sadece tek bir cümleyle söz etti.
Esas vurgu yaşanmakta olan toplumsal dönüşümün hükümet tarafından nasıl algılandığı, hangi kriterler çerçevesinde taşındığına ilişkindi ve bu açıdan epeyce yeni bir dili ifade etmekteydi. Hükümetin işlevini “kapalı sistemden açık topluma dönüşüm sürecini yönetiyoruz” diye tarif eden Ala, böylece hem iktidarın iradesine hem de ondan bağımsız olan toplumsal dinamiğe gönderme yapmış oldu. Açık toplumu özgürlüklerin, açık karar mekanizmalarının, toplumsal denetleme gücünün varlığına dayandırırken ‘düşman üretmeyen’ ve ‘bireysel enerjiyi harekete geçiren’ bir ortamın altını çizdi.
Söylenenlerin epeyce hayali veya teorik bir çerçeveye oturabileceğinin farkında olduğu için de, bu noktada “size neden inanalım ki?” diye bir soru ile karşılaşmalarının çok doğal olduğunu belirterek doğrudan hükümetin uygulamalarına girdi. Bu bağlamda Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruyu, parti kapatmalarının zorlaştırılmasını, AB sürecinin sahiplenilmesini, azınlık vakıflarına mal iadesini ve cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini birer gösterge olarak sundu. Ancak AKP’nin inanılırlığını esas olarak Kürt açılımına bağladı. Etnik ve dinsel yasakların kapalı sistemin dayanakları olduğundan hareketle, açık topluma giderken en önemli hamlenin Kürtlerin eşitliğinin sağlanması olduğunu vurguladı.
Bu açılımın pazar ekonomisi, dünyaya eklemlenme arzusu, dış politikada müttefiklerle birlikte insiyatif alma gibi tercihlerle bütünleştiğinin altını çizdi. Yaşananların adını ‘paradigma ve makas değişimi’ olarak koyarken, anlattıklarının cazibesine kapılıp kendisine mesafe almaktan da uzaklaşmadı. Bütün bu yapılanların yetersiz ve hatta kalitesiz bulunabileceğini söylemekten çekinmedi. Konuşmasının can alıcı noktası ise “Bütün sorunların çözüldüğü bir sistem vaat etmiyoruz… Sorunların çözüldüğü bir sisteme doğru yürüdüğümüzü söylüyoruz” cümlesiydi. Sanayi sonrası toplumda demokrasinin bir tercih değil, zorunluluk olduğu tespiti de herhalde Batılı kulaklar için epeyce davetkardı…
Yanılmıyorsam bunca siyasetçi konuşması içinde bugüne dek sadece bir tanesini yazma isteği duymuştum. Bu ikincisi oldu… Sahiciliği ve fikriyatı yanında galiba dinlerken gururu çağrıştıran bir ‘ferahlama’ duygusu vererek beni iyi hissettirdiği için…
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.