Çabuk telaşa kapılıyoruz...
İsrail'in yürüttüğü kara propagandadan; uluslararası imajımızla ilgili Batı basınında yazılıp çizilenlerden herkesten önce biz etkileniyor gibiyiz.
Evet, Tahran Deklarasyonu'yla ilgili olarak BM'de ortaya çıkan son tablonun iyi bir tablo olmadığı bir gerçek. Türkiye ve Brezilya'nın bu konuda "kendi kendine gelin güvey olan ülkeler" pozisyonuna düşürülmesi gerçekten tatsız.
Ama bu tablodan hareketle dünyada yapayalnız kaldığımız; Batı'dan kopup Hamas'la aynı safa düştüğümüz; dik kafalılığımızla ABD'nin tolerans eşiğini aştığımız, yakında MOSSAD'ın marifetiyle istikrarsızlaştırılıp iç politikada sonu belirsiz bir kaosa sürükleneceğimiz yolunda felaket senaryoları yazmak için de fazlaca karamsar olmak gerekiyor.
"Reel politik"ten en çok bahsedenler, ABD ya da Batı'nın reel politikasını belirleyen orta ve uzun vadeli çıkarlarını doğru hesap etmiyor, dolayısıyla aşırı kötümser yorumlar yapıyorlar.
Bence hareket noktamız şu olmalı:
1. Türkiye'nin Filistin ve Gazze konusunda aldığı tutum özünde haklıdır. Haklı olmanın yanı sıra gerçekçidir de... Çünkü İsrail'in haksız ve saldırgan tutumu dizginlenmeden Ortadoğu'nun kaynayan kazan olmaktan çıkarılması ve dünyanın kendini güven içinde hissetmesi mümkün olamaz. Ne İsrail Filistinliler'i öldüre öldüre bitirebilir ne Hamas İsrail Devleti'ni Ortadoğu'dan kaldırtıp başka bir tarafa taşıtabilir. Dolayısıyla bugün değilse yarın, Gazze'deki ambargonun kalkması, İsrail'le Filistin'in iki devletli çözüm için aynı masaya oturtulmaya çalışılması gündeme gelecek ve o zaman geldiğinde Türkiye bu tezi en kararlı savunan ülke olarak Batı'nın ihtiyaç duyduğu ülke haline gelecektir.
2. Türkiye'nin İran'la Batı arasındaki krizde diplomasiye dayanan çözüm arayışı çabası da özünde doğrudur. Özünde haklı olmanın yanı sıra, "sonuca doğru ilerleme" açısından da izlenebilecek tek yoldur. Bugün bu seçeneği ellerinin tersiyle iten ülkeler, yarın öbür gün aldıkları ambargo kararının İran'ı hırçınlaştırmaktan, üstelik de İran içindeki reformcu muhalefeti zayıflatmaktan başka bir işe yaramadığını -bir kez daha- gördüklerinde ne yapacaklar? İran'a savaş açarak diz çöktürme gibi bir deliliğe mi kalkışacaklar yoksa tekrar başa dönüp diplomatik temas imkânları mı arayacaklar? Ve diplomasi yoluyla çözüm arayışları tekrar hız kazandığında "araya girmesi" için gözleri kime çevrilecek? Tahran Deklarasyonu'nun altına attığı imzaya sadık kalmış ve dolayısıyla İran'ın güvenini kazanmış olan Türkiye'ye değil mi?
Özetle; Eğer İsrail'in bu pervasız saldırganlığını ilelebet sürdürebileceğini ya da İran'ın ambargolarla, o da olmazsa tıpkı Irak gibi askeri güçle çökertilebileceğini düşünüyorsanız, o zaman Türkiye'nin izlediği politika yanlıştır.
Ama eğer Filistin sorununun ancak hakkaniyetli bir formülle çözülebileceğine ve İran'ı nükleer bir tehlike olmaktan çıkarmanın yolunun zor değil diplomasi olduğuna inanıyorsanız, Türkiye'nin bugün izlediği dış politikanın geleceği temsil ettiğini ve Türkiye'nin de bu öngörülü politikasının ödülünü alacağına inanmanız; Batı'nın Türkiye'yi asla gözden çıkaramayacağını teslim etmeniz gerekir.
X x x
Türkiye ilkeli davranmaya, politikada hakkaniyeti gözetmeye devam etmeli elbette. Ne var ki bu çizgi, kullanılan siyasi dile dikkat etmekle, akıllı ve serinkanlı davranmakla çelişmiyor. İzlenen temel politika, her noktada uluslararası hukuku harekete geçirmeye çalışmak, diğer ülkelerle hukuk temelinde birleşmek, yürütülen kara propagandayla doğru araçlar kullanarak mücadele etmek, Türkiye'nin üzerine giydirilmeye çalışılan imajı ustaca manevralarla geçersiz hale getirmek, dış politikada eksen kayması suçlamalarını çürütecek adımlar atmak gibi bir dizi destekleyici politikayla birlikte götürülmeli.
Bu bağlamda, kullanılan siyasi dil deyince akla ilk gelen örnek "Hamas terör örgütüdür, değildir" tartışması oluyor.
Açıkçası ben Başbakan'ın Hamas'ın karakteri konusunda yaptığı açıklamada daha titiz olmasını beklerdim. Ülkesi işgal altında olanların direnme hakkından söz ederek Hamas'a terör örgütü denemeyeceğini savunan başbakan, Hamas'ın şiddeti siyasi bir mücadele aracı olarak kullanmasının sadece İsrail'e karşı olmadığını, Hamas'ın El Fetih'li Filistinliler'e karşı da terör uyguladığını hesaba katmamış görünüyor.
Aynı şekilde, İstanbul ve Kudüs'ün kaderlerinin birbirine bağlı olduğu ifadesi de herhangi bir gerçekliğe tekabül etmediği gibi, bırakın dünyayı Türkiye'de bile büyük bir antipati yaratıyor.
Bu arada, izlenen dış politikayı eleştiren herkese karşı sık sık kullanılan şu "İsrail ağzıyla konuşmak" suçlamasını da derhal bir yana bırakmak lazım.
Yıllardır yerine göre, "AK Parti ağzıyla", "IMF ağzıyla", "Fethullahçılar'ın ağzıyla", "Avrupa Birliği ağzıyla", "Soros ağzıyla", "bölücülerin ağzıyla" konuşmakla suçlanıp duran biri olarak diyorum ki, herhangi bir eleştiriye karşı mücadelede bundan daha berbat, daha etkisiz, daha itici ve üstelik de söyleyenin aczini ortaya koyan bir söylem olamaz.
Fikirleri yaftalayarak çürütmeye çalışmayı bir yana bırakın. Siz söylenene bakın. Çürütecekseniz, eleştirinin kendisini çürütün.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.