Kürt siyasi hareketinin devletle 30 yıllık mücadelesi devletin de her türlü imkanı kullanarak karaladığı, kriminalize ettiği bir süreç olarak yaşandı. Kürt isyanının nedenleri üzerine düşünüp, bugün tartıştığımız konuları o günlerde tartışmaya yanaşmayan devlet, isyanı silahla bastırmayı tercih etti. O nedenle de çok insan kayıpları oldu, çok üzüntüler, çok korkular, çok pişmanlıklar yaşandı. Kısacası Türkiye toplumu Kürt isyanından ve bu isyanı şiddetle bastırmayı tercih eden devlet tarafından çok büyük bir travmaya maruz bırakıldı. Bu travmanın bir sonucu da Türkiye’nin batısı ile doğusu arasında büyük bir kopuşun yaşanması oldu. Türkiye’nin batısı Kürt isyanını anlamak şöyle dursun, kendisine sunulan çarpıtılmış bilgilerle Kürtlere karşı güçlü bir önyargı oluşturdu. Kürtlerin ayrılıkçı olduklarından, barbar olduklarından, kültürleri ve dillerinin dahi olmadığından, kan davalarının hala sürdürdüklerinden dem vuruldu.
Bütün bu nedenlerden dolayı da Kürt siyasi hareketinin özellikle batı kentlerinde yaşayan Türklere ulaşması pek mümkün olmadı. Kürtlerin bu süreç içinde kurdukları siyasi partiler büyük şehirlerde yaşayan Kürtler dışında pek ilgi görmedi. Yani yaratılmış zihni ayrılık siyasi bir ayrılık olarak da topluma yerleşti.
Bu süreç Kürt siyasi hareketinin de içe kapanmacı ve daha çok Kürt kimliği üzerinden bir siyasete yöneltti. O nedenle Kürt partilerinin aldıkları oylar daha çok Kürtlerin daha yoğun yaşadıkları Doğu Anadolu şehirlerinden geldi. SHP’nin ve HEP’nin 1990’lı yıllardaki siyasi işbirliğinin hezimetle sona ermesi de bu sonucun giderek pekişmesine yol açtı.
Kürt siyasi hareketinin içine sıkışmış olduğu “kimlik politikasından” çıkması gerektiğinin ilk işareti 2013’ün Newroz’unda Abdullah Öcalan’dan geldi. Öcalan bu mektubunda Kürtlere yalnızca kendi özgürlük mücadelelerinin değil, ülkedeki tüm ötekileştirilmiş kesimlerin de içinde yer alacağı yeni bir “Türkiye siyaseti” önerdi. Öcalan; “Tüm ezilen halkları, sınıf ve kültür temsilcilerini; en eski sömürge ve ezilen sınıf olan kadınları, ezilen mezhepleri, tarikatları ve diğer kültürel varlık sahiplerini, işçi sınıfının temsilcilerini ve sistemden dıştalanan herkesi çıkışın yeni seçeneği olan Demokratik Modernite Sistemi’nde yer tutmaya, zihniyet ve formunu kazanmaya çağırıyorum “ diyerek yeni siyasetin yönünü gösterdi.
Bu işaretiyle Öcalan, kendisinden önce benzer bir çağrıyı yapmış olan Mandela’nın yolundan yürümek gerektiğini söylemiş oldu. Mandela’nın “Özgür olmak, sadece birisinin zincirlerini kırması değildir†ancak başkalarının özgürlüğünü artırmak ve başkalarının özgürlüğüne saygı duyacak şekilde yaşamaktır” sözleri de bir başka mağdur halkın siyasetini biçimlemişti.
Uzatmayalım. Demek istediğim Kürt siyasetinin önümüzdeki yolu, üzerinde yalnızca Kürtlerin değil, Kürtlerle birlikte bu topraklarda, bu ceberrut devletin baskısı altında ezilmiş, horgörülmüş, ötelenmiş bütün insanların yürüyebileceği bir yol olmalıdır. O nedenle de bu yolu yürümek üzere kurulmuş Halkların Demokratik Partisi’nin yalnızca Kürtlerin değil bütün Türkiye halklarının partisi olması gerektiği unutulmamalıdır. Nitekim ancak böylelikle ülkenin batısıyla doğusu arasında yaratılmış ve büyük ölçüde yapay olan ayrılıklar giderilebilir ve Türkiye toplumu “normal” bir toplum olmayı başarabilir.
Bence bu olasılık, son dönemde HDP’nin yüzde 10’a yakın oy almasıyla artarken, yalnızca iktidar partisini değil diğer bütün düzen partilerinin de korkulu rüyası olmaya başladı. HDP’nin etrafında provakasyon kokan olayların bir nedeni de belki budur.
Yazıyı Mandela’nın “Yapılana kadar her şey imkansız görülür” sözleriyle bitireyim. Hiçbir şeyin imkansız olmadığını vurgulamak için.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.