28 Şubat'ta, diğer darbelerde olduğu gibi sivil hükümet düşürülmüştür. Fakat özellikleri itibariyle 28 Şubat, zengin darbeler tarihimizdeki en özgün darbedir. Önüne "post-modern" sıfatı getirilerek tanımlanması da bu sebepledir.
Özgündür çünkü medyanın uyguladığı psikolojik harekât taktikleri sayesinde askerin elini kıpırdatmasına bile gerek kalmadan hükümet devrilmiştir. 28 Şubat'ta askerden çok sermaye emrindeki medyanın başat görevi üstlendiğinin açık kanıtlarından birisi de dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya'nın Hürriyet'in manşetinden duyurduğu "Bu sefer silahsız kuvvetler halletsin" önerisidir. Gerçekten de "silahsız kuvvetler", silahlı kuvvetlere fazla bir iş bırakmamışlardır.
Yani tamamen psikolojik savaş ürünü olan bu sancılı süreçteki başat rolü medya ve dolayısıyla sermaye grupları oynamıştır. "Medya dolayısıyla sermaye" çünkü pek çok medya kuruluşu, patronların işlerini daha rahat görmesini sağlamak için âdeta paravan bir oluşum işlevini görmüştür. Mesleğini hakkıyla yapanları istisna ederek söylemek gerekirse, "Ne gazetesi kardeşim, dükkân açtık burada, para kazanıyoruz" diyen genel yayın yönetmeninin müdanasızlığı ya da patronunun karton fabrikası için devletin bakanıyla pazarlık eden genel yayın yönetmeninin sesindeki rahatlık, bu gayri ahlâki ve yasa dışı durumun nasıl da kanıksandığının birer örneğidir. Bu insanlar her ne kadar titrleri aksini gösterse de gazeteci değil, patronunun hizmetkârı birer memurdur.
Günümüzde 28 Şubat'la yüzleşmek için bir imkân doğmuş görünüyor. Bu imkânın iyi değerlendirilmesi amacıyla adalet terazisinin hassasiyetle işletilmesine katkıda bulunmak hepimizin boynunun borcudur.
Ancak bu, masum yüz binleri eğitiminden ve işinden eden,
İnsanları haksız yere hapse tıktıran,
Milyonların oyunu hiçe sayan,
Bankalar hortumlanırken kendileri milyarlarca lirayı cukka edip, bedelini halka ağır vergilerle ödettiren bir sürecin sermaye ve medyadaki işbirlikçilerini affetmek anlamına gelmez, gelmemeli.
Bu noktada adaletin tesisini engelleyecek iki tavır var.
Birincisi "kriz" korkusu yaratıp yargıyı, hiçbir şekilde sermaye ve medyanın üzerine gitmemek gerektiği noktasında yönlendirmeye çalışmaktır.
İkincisiyse savcı rolüne bürünüp elde delil olmadan bazı isimleri öne çıkararak sürecin "rövanş" kelimesiyle eş anlamlı gelmesine vesile olmaktır.
Hâlbuki, halk darbeci kesimlerden rövanş istemiyor. Halk onlarla hiç savaşmadı ki rövanş istesin! Lâkin nice hayatı zehir eden yasa dışı olayların icracılarının ortaya çıkarılıp yasalar çerçevesinde cezalandırılması talep ediliyor ki bundan daha saygın bir beklenti olamaz.
Her ne kadar bazıları, bir yazarın yayınladığı liste üzerinden "rövanşistler geliyor" çığlıkları atarak bunu fırsata çevirmeye çalışsalar da yargı sürecinin tüm bu faktörler göz önünde bulundurularak ilerletilmesi halkın büyük çoğunluğunun temennisidir.
Bu asil ve gecikmiş adalet talebini "rövanşizm" olarak adlandırmak suyu bulandırmaktan başka bir anlama gelmez. Ama ne yazık ki tecrübeyle sabit ki onlar suyu bulandırmayı da iyi bilirler...
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.