Geçen yazı memleketim Rize’de geçirdim. İki kez de karayolu ile İstanbul’dan Rize’ye gittim. Daha önce dikkat etmediğim için olacak ki özellikle Samsun’dan sonra yapılan bütün üst geçitlerde Güneydoğu’daki savaşta şehit düşen, güvenlik görevlilerinin isimleri verilmişti. Bu durum bile Karadeniz’de son yıllarda yükselen milliyetçilik dalgasını açıklamaya yeter sanırım. Rize’de tanıdıklarımla, tanımadıklarımla değişik vesilelerle çözüm sürecini konuştum. Milliyetçilik hassasiyetleri yüksek bu insanların hemen hemen tamamı savaşın bitmesini ve artık kan dökülmemesini istiyordu. Aksi yönde görüş bildirenler yok denecek kadar azdı ve onlar da PKK’ya güvenmiyordu. Kimse geçmiş yılların aksine “Yok edelim, tepelerine binelim” gibi hamasi laflar etmiyordu. Bu işin ölerek sonuçlanmayacağını halk üst geçitlere adları verilen gençler sayesinde çok iyi anlamıştı.
İki yıl önce de Şemdinli’ye gitmiştim, aylardan ramazandı. Çatışmalar nedeniyle boşaltılan köylere, mezralara gitmeye çalıştım. Bir mezrada yaşlı bir adam oğluyla kalıyordu. Evinin duvarlarında kurşun izleri vardı. Üzüm bağları ve meyvelikleri havan mermisiyle yakılmıştı. Yaşlı adam oruç tutuyordu ve bir gece önce iftarını açmak için 10 kilometre yol yürüdüğünü anlattı bana. Konuşmamızın sonunda adam, “Bütün bu çilelere razıyım yeter ki akan kan dursun” diyerek uğurlamıştı beni.
Çözüm sürecine asıl karşı çıkanlar
Çözüm süreci bu acıları bire bir yaşayan halktan büyük bir destek gördü. Hatta milliyetçi olarak bilinen kesimler bile yüksek bir sesle sürece karşı durmak yerine beklemeyi yeğlediler. Sürece asıl karşı çıkış yıllarca bu savaşın bitmesini ister yazılar yazan, Kürtlere karşı koruyucu, kollayıcı bir dil kullanan, kendilerini demokrat olarak gören ve gördüren kesimlerden geldi. Önceleri bu duruma çok şaşırsam da şimdilerde hiç şaşırmıyorum. Taşlar kafamda geçen zaman içinde yerli yerine oturdu çünkü…
Sürece ilk karşı çıkışları “Demokrasi olmadan barış olmaz” kavramıyla oldu. Aynı kesim Kürtlere de “Bu AKP sizi kandırıp, oyalıyor. Barış falan olmaz” demeye başladı. Ne de olsa onlar Kürtleri şefkatli elleri ile okşayan, yol gösteren akıllı bilge insanlardı. Öcalan’ın Kürt halkı üzerindeki etkisi ve Kandil’in de bu iradeye uyması sonucunda Kürtlerin akıl hocalığına soyunan “beyaz demokratların” söylemleri birer birer boşa çıktı. Tam olarak dillendiremeseler de “Siz nasıl savaştan vazgeçersiniz. Savaşı bırakırsanız kaybedersiniz” diyenler bile çıktı. Biz, zaman içinde değişik kavramlar geliştiren bu bilgelerin “Demokrasi olmadan barış olmaz” kavramı üzerinde biraz duralım.
“Demokrasi”li yıllar
1990’lı yıllarda Güneydoğu’da köyler yakılıp, yıkılırken, insanların cansız bedenleri bomba tuzağına karşın panzerlere bağlanıp sürüklenirken ülkede demokrasi vardı. Bu duruma kimse de yüksek sesle itiraz etmiyordu. Orası zaten savaş bölgesiydi, böyle şeyler olurdu. Her şeyden önce medya çalışanları altın çağını yaşıyordu. İkitelli’de Ayamama deresinin etrafında oluşan yeni medya düzeninde transferler milyon dolarlardan başlıyordu. Herkes memnundu bu demokrasiden. Diyarbakır’dan Cizre’ye gidebilmek için 17 kez aramadan ve kimlik kontrolünden geçen bizim gibi yeni yetme muhabirlerin gönderdiği haberler ya hiç görünmüyor ya da “usulüne uygun” yer alıyordu sayfalarda. Cizre’de zamanının tek oteli olan Kadıoğlu Otel’de karyolada değil de yatağı yere serip yerde yatmak zorundaydınız. Duvarları delik deşik otelde yatmanın bedeli karşısında geçtiğiniz haberin çok da kıymeti harbiyesi yoktu. Zaten siz ne yazarsanız yazın klişe belliydi, “teröristler yakıp yıkmıştı ortalığı”. İşte böyle bir çift taraflı demokrasinin halay çekilerek yaşandığı ortamda vicdanlarıyla kalem oynattığını sandığımız insanların aslında öyle olmadıklarını da öğrendik böylece.
Mesele demokrasi aşkı değil
Mesele Kürtlerin eşit vatandaşlık temelinde özgür olmaları ve haklarını almaları meselesi değildi. Bu vicdanlı kalemler sayesinde alsan alınmaz, satsan satılmaz, Kürt nüfusuna yönelik vicdan yazıları yazarak doğuşu sakat olan devletin bekasını sağlamaktı mesele. Bu sayede sağladı da. Savaş sürdüğü sürece ölü sayısı artmış ne gam, zaten yüce devletin varlığı karşısında böyle teferruatların bir anlamı da yoktu. Kötü polislerin yanında iyi polislerin yer alması devletin işlediği günahları çoğalttı. Medya demokrasiye sunduğu bu hizmet karşılığında zenginleşti. Bankaları alan bir güç oldu. Bu medyada kalem oynatanlar, görev bölümü yaparak ortak günahların karşılığında birlikte zenginliğe kavuştular.
Silahların tetikte olduğu bir ortamda demokrasiden de özgürlükten de bahsedilemeyeceği ortadayken, “demokrasi” kalkanını kullanarak Kürtlerin silahı bırakmasını istemelerinin nedeni demokrasiye duydukları “aşktan” değil, kendi iktidarlarının sonsuza dek yıkılmasından duydukları kaygıdandır. Yoksa az biraz siyasi bilgi kırıntısı olan bir insanın bildiği “barış sürecinin her şeyden önce yerel yönetimleri güçlü kılacağı, bunun da daha çok yerinden yönetimle birlikte özgürlük demek olduğunu” bu bilge insanlar da bilir. Geçen hafta işte bu demokrasinin tavan yaptığı 90’lı yıllarda Türkiye’nin karanlıkta kalmasında büyük pay sahibi olan Ertuğrul Özkök’ün büyük bir pişkinlikle yazdığı “Ulan hepimiz ordaydık be” yazısına bir bakın derim. O yaş günü partisine katılan birkaç ismi tenzih ederim. Gerçekten insani nedenlerle orada olduklarını düşünüyorum. Ama büyük çoğunluğu aslında bir arada olmaları mümkün değilmiş gibi görünse bile aslında hep bir aradaydılar. Görev bölümünde kötülerin olduğu yerde iyiler dengeyi sağlıyordu. Sonuç olarak aynı kazana su taşınıyordu.
“Kürtler satıyor”
İşte bu iyi bildiğimiz meslek büyüğü abimize de çözüm süreciyle birlikte bir haller oldu. Bir dönemin iyilerine olduğu gibi. Savaş bitecek diye karalar bağladılar. Ürettikleri argümanlar fos çıkınca milleti argüman manyağı yapacak kadar yeni söylemler piyasaya sürdüler. Hiçbiri tutmadı. Gezi olayları sırasında Kürtler sokağa dökülmedi. 17 Aralık’tan sonra Öcalan bunun bir darbe girişimi olduğunu söyledi. İşte son argüman da Özkök’ün yazısında bahsini ettiği evin sahibinden, Hasan Abi’den geldi: “Öcalan, Erdoğan ile dans ederek demokrasiyi satıyor.”
Aklın olmadığı yanlış tesbitin bir an için doğru olduğunu kabul edelim. Sürekli egemen elitler tarafından kazıklanan ve satılan Kürtler bir kez Türkleri satsa ne olur? Bakarsın bu satıştan eşit yurttaşlık ve demokrasi çıkar. Siz elitlerin bu yaşananlara karşı vicdan konforunu elde tutarak akıl hocalığı yapmaya devam etmesi için daha kaç gencin hayatını kaybetmesi gerekiyor?
Ya da demokrasinin tavan yaptığı dönemin karanlıklar lordunun “ulanlı” deyimiyle “Siz biraz daha ölün” mü demeliyiz? (Serbestiyet)
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.