Gündem, ağırlığı olmayan konular etrafında dönüp duruyor.
Gündemi belirleme uğraşı verenlerin çabası bu yönde. Kendilerini anlamsız bir sürüklenişe teslim etmişler. Peşlerinde sürüyle insan var bunların. Öyle ustaca yapıyorlar ki her şeyi, insanların çoğu düşünmeden kapılıp gidiyor bunların rüzgârına. Gerçekten acı. Ve bu insanlar yaptıkları şeyleri üstün bir amaç için yapıyormuş gibi gösteriyorlar, böyle pazarlamaya kalkışıyorlar...
Yalan!
Beyhude bunların düşündükleri ve yaptıkları… Geçici hülyalar ve ucuz değerlerdir pazarlamaya kalkıştıkları şeyler. Öylece yalanla dönüp duruyorlar o küçük yapmacık dünyalarında.
Tarihte böylesi hep vardı. Tarihin zahiri böyleydi çoğunlukla. İnsanların gördükleri ve bilişleri çoğu zaman bu zahirden ibaret kaldı, kalıyor. Beşerin budalalıklar tarihi; savaşlar, yıkımlar, zulümler, saçmalıklar, kaybedişler, ölmeler, öldürmeler, krallar, soytarılar, tarihin karanlığına gömülüp gitmeler…
Gerçek gündem bunun bir adım derininde!
İnsanın Hakk’ı/Hakikati tasavvurları muhteliftir. Herkes Hakk’ı/Hakikati kendi makam ve mertebesince bilir, tanır ve tanıtır. Hakk’ın/Hakikatin nezdinde bu tasavvurların tümü zandır, ama kişilerin kendilerince zanları haktır. İşte sorun burada başlıyor. Bu kimseler çoğu zanlarının, görüşlerinin hak olduğunu söyler ve daha da ileri giderek hakkın yalnızca kendileri olduklarını iddia ederler. Oysa bu sadece bir hata ve aldanmadır. Bulanıklık ve zulüm doğurur…
İdrakin mertebelerine ve bu hatanın ısrarına uzun uzun girecek değilim. Fakat bunun sonucunda ortaya çıkan durumları görüyoruz. Hatayı doğru anlamak mecburiyetindeyiz. Yoketmenin ve ötekileştirmenin temelindeki asıl sebep…
Kendini aramanın eşiğindedir insan sürekli. Fakat gündem denilen koca aldatmaca, savaşlar, yıkımlar, arzular, yalanlar çoğunlukla unutturur bu arayışı. Unutturur ama bitirmez. Bitiremez. Ölüm şehrine giden yoldayız hepimiz çünkü. Ölüm, bu arayışı zorunlu kılıyor. Ve o ölüm ki, unutmaktan daha güçlüdür. Ölüm yolunda yüzünde birçok tokat görmüş ve görecektir insan. Bu kaçınılmaz. Kızması, küsmesi, saçmalaması, edebiyat yapması, felsefe yapması, inkâr etmesi, çalması, çırpması, yok etmesi, kaçması, saklanması, oyalanması bu hakikati değiştirmez. Bu böyledir, böyle olacak. Mesele, bu hakikati nasıl kabul edeceğimizi, nasıl sindireceğimizi, nasıl karşılayacağımızı seçemiyoruz olmamız.
Atalarımızdan bize kalan miras bu ne yazık ki…
Yaratılış anı ve son sayfa hep bu yüzden sisli ve kanlıdır. Bu ölüm çemberinin dışına çıkamıyor kimsecikler ve çıkamayacak asla... Geriye, yaşanılana zannınca anlamlar yüklemek, hiçbir kalıba sığmayan hakikati kendi kıt düşüncelerine sıkıştırmak, aciz bedenini asıl yurdu görmek, geçici ve dayanılmaz arzularını doyurmayı tek amaç bilmek gibi dar bilişlere tevessül etmek kalıyor. Ama boşuna. Ölümü ve ölüm sonrasını çözümleyemeyenler, hayatını özgürlüğe kavuşturamaz. Ölerek kaybedecekler, en acısı…
Şair ağabeyim ne güzel diyordu:
‘‘Ve ey kendini arayan!
Hasretin olmazsa, vuslatın neye yarar!’’
Anladım ki, kendini arayanın hasretinde saklı o özgürlükler ülkesinin anlamı; hem çok uzak, hem çok yakın...
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.