Bir sorunu, onu yaratan yöntemlerle çözmeye kalkışmak, Türkiye’de devlet aklının “parlak buluşlarından biri”dir. Kürt sorunu, bu “buluş”un en çok denendiği laboratuar gibidir. Her seferinde sonucun başarısız olması bile, bu “buluş”u yeniden deneme inadını kırmaya yetmiyor maalesef. Hatta başarısızlık, tuhaf bir şekilde, bu yönteme iyice sarılmak gibi bir durum yaratıyor. Paradoks üstüne paradoks yani. Bu muhakemeyi biraz daha ilerletsek, dört başı mamur bir “paradokslar matrisi” elde etmemiz işten değil...
AKP hükümeti, bazı dönemlerde bu “akıl”dan uzaklaşmak için epey çaba harcadı. Küçümsenmeyecek mesafeler de alındı bu çabalar neticesinde.
Şüphesiz kolay bir yol değildi gidilen. Kolay olmadığı bir süre sonra anlaşıldı zaten. Tam bu noktada sabır ve kararlılığa fazlasıyla ihtiyaç vardı. Hükümet, bu yolda ilerlemek için ihtiyaç duyulan sabır ve kararlığı göstermedi ne yazık ki.
Dönüp dolaşıp, devlet aklının o parlak buluşuna geldik yine. Kürt sorunu, asayiş/güvenlik politikasının cenderesine sıkıştı bir kez daha.
Bu politika, sürekli baskı ve daha çok şiddet anlamına geliyor. Kürt sorununu yaratan da, esasta bu politikadan başkası değildir. Şimdi çözümü, yine sorunu yaratan politikanın kendisinden bekliyoruz.
Devletin bu aklı, ne yazık ki, devletle savaşanlara da bulaşmış. PKK’nin de benzer akılla hareket ettiğini gösteren çok örnek var. Asayiş/güvenlik eksenli bakışın PKK’deki yansıması, “askerî yöntemleri” neredeyse kutsallık mertebesine yükseltmesidir. Şimdi Şemdinli’de yaptığı, tam da budur. PKK’nin daha önce birkaç kere denediği bu yöntem, daha fazla kan ve daha derin çözümsüzlükten başka sonuç doğurmadı.
Asayişçi bakış ile silahı kutsamak, birbirlerini karşılıklı besledikleri bir kısır döngüye yol açıyorlar. Bu kısır döngü, üç konuda ağır kayıplar yaratıyor; canlar yitiyor, birlikte yaşama şartları yara alıyor, demokratik yapı ve kültür tahrip oluyor.
Her bir alandaki kayıpların acı örneklerini son bir haftada fazla fazla yaşadık. Can kayıpları için söyleyecek söz bulmak çok zor artık.
Can kayıpları arttıkça, birlikte yaşama şartları da kendiliğinden darbe yiyor.
Bu kısır döngü sürdükçe, demokrasiden uzaklaşmak neredeyse kaçınılmaz oluyor. Demokrasiden uzaklaşmanın tek sonucu var: Çözümsüzlüğün daha da derinleşmesi, kayıpların çoğalması.
PKK nasıl bir yol izlerse izlesin, hükümetin demokrasiyi askıya alma hakkı yok. Lakin hükümet, bu yola girmiş görünüyor.
Başbakan’ın ve İçişleri Bakanı’nın son açıklamaları, bunun kaygı verici örneklerini oluşturuyor.
Başbakan, partisinin MKYK üyelerinin sorularını bile duymak istemiyor; onları azarlıyor, susturuyor. Bu durum yeterince vahimdir. Ama Başbakan orada durmuyor, işi daha da vahim bir noktaya taşıyor.
Başbakan’ın bir televizyon programında söylediği sözler, asayiş/güvenlik eksenli bakışın nerelere kadar uzanabileceğini gözler önüne seriyor: “Hani terör örgütünün yayın organları var bunu biliyoruz, ama bir de onlarla ilişkisi olmadığını söylediği hâlde bilerek veya bilmeyerek maalesef onların tezgâhına veya onların ocağına odun taşıyanlar var. Bunları nereye kadar kabulleneceğiz? İsmen mi bunları ifşa edeceğiz? ... Bunlara gereken tavrı koymamız lazım.”
Başbakan’ın burada, hükümetin Kürt politikasına karşı çıkan herkesi kast ettiği açıktır. “İsmen ifşa, gereken tavır” sözlerinin ne gibi etkileri olabileceğini, nasıl tehlikeler içerdiğini fark etmiyor mu Başbakan? Geçmişte bu ve benzer yaklaşımların ne gibi vahim sonuçlar yarattığını bilmiyor mu?
Hedef göstermeyi alışkanlık edinen o meşum yayın organı, adeta Başbakan’ın sözlerini talimat kabul etmişçesine, “bunları ismen ifşa edip” hedef gösterdi bile.
İçişleri Bakanı da fırsatı kaçırmadı, bu yayın organına destek verircesine döktürdü yine: “Ülkenin olağanüstü gündemi sadece çatışma alanı ile ilgili değildir, bu çatışma İstanbul'da kalemle devam ediyor, İstanbul'da kitapla devam ediyor. Geçimli'de atılan havan mermisiyle burada, Ankara'da yazılan yazıların bir farkı yoktur.”
Başkaları da, sanki Kürt sorunu ve PKK’yi “bu isimler” yaratmış gibi, hükümetle ve o meşum yayın organıyla çok talihsiz bir paslaşmaya giriyorlar.
Hükümet medyada ciddi bir kontrol gücüne erişmiş durumda. Bu gücün dışındaymış gibi gösterilen “diğer kısım medya” da, evvelden beri asayişçi anlayışın gönüllü kulu rolünü benimsemiş zaten. PKK, bütün gücünü, geriye kalan bir avuç yazar çizerden mi alıyor Allah aşkına!
Bütün farklı seslerin en acımasız yöntemlerle susturulduğu ve dahi yok edildiği dönemleri ne çabuk unuttuk? Asayişçi politikaların başarısı, farklı seslerin bastırılmasına bağlı olsaydı, asıl o dehşet döneminde sonuç alınırdı. Oysa tam tersi oldu; sorun daha da ağırlaştı, yaralar daha da derinleşti. Şimdi ödenen bedeller, çok büyük ölçüde o dönemden mirastır.
Bu yolu yeniden ve yeniden denemek niye? Devlet aklının ölümcül paradoksundan başka yollar olduğunu hükümet de biliyor, PKK de. Bunlar denendi de. Ama bu yolda yeterince sabır ve dirayet gösterilmedi. Demokratik siyasal yöntemlere bir kez daha ve daha fazla şans tanımak lazım...
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.