Taş yerinde ağırdır. Açlık grevlerinde ölüm sınırı aşıldıktan sonra açlık grevleri üstüne analizler yapmak, güya meseleyi "çok yanlı" görme adına tarafların yanlışları üstüne konuşmak saçmalık derecesinde anlamsızdır. Bu analizler ve bol laflar ölümler önlenip, açlık grevi bittikten sonra da yapılabilirdi ve yapılabilir. Şimdi ise açlık grevleri değil ölüm oruçları var karşımızda ve her an kötü bir haberle karşılaşabiliriz. Yapılması gerekense bu acı sonun önüne geçmektir. Bunun için günler değil artık saniyeler önemlidir.
Eğer önlenemez de korkulan trajedi gerçekleşirse Türkiye'nin içinde bulunduğu bugünkü kötü siyasi konjonktürde nelerin olabileceğini düşünmek, adını koymak, yorumlamak bile istemiyorum. Felakete doğru dört nala gideriz.
Ölümlerle sonuçlanacak durum yalnız insani açıdan değil siyasi açıdan da bir kara delik olur. Ne kadar kaldıysa bütün iyi gelecek umutlarımızı yutacağı gibi bu ölümler, kefensiz ölü bedenler olarak her daim bugünümüzün boynuna asılı kalır. Unutulmak istense de, gündelik yaşam içinde bir zaman sonra sözü edilmekten çıksa da bu kefensiz bedenler bu ülkenin kolektif hafızasında, vicdanında, tarihinde kapanmayan ve her daim kanayacak bir açık yara olarak kalır. Ölümsüz biten bir açlık grevi zamanla unutulabilir, ama ölümle bitmesi halinde asla ve asla unutulmayacaktır.
Günler akıp gitti ne yazık ki şimdi önümüzde oyalanacak zaman kalmadı.
Ölümle hayat arasındaki o ince çizgide "ama, fakat" olmaz. Ne yazık ki, açlık grevleri ölüm orucuna dönüştüğü günlerden beri basında, tv'de bitip tükenmez "incelikli" derin yorumlar, amalar- fakatlar gördük. Bunların çoğu bilerek veya bilmeden devletin, AKP iktidarının bu olayda sorumluluğunun üstünü örtmek üzere yapılanlardı, hele bu örtme ve örtünme çabalarının edebiyatla sarılıp sarmalandığını görünce insan nereden nerelere geldik diye bir soru açmadan geçemiyor. Bunlar utanç tablolarıdır.
AKP'nin, PKK'nin, BDP'nin, muhalefetin, toplum olarak bizlerin doğrularını- yanlışlarını, açlık grevlerinin yöntem olarak sorgulanmasını ve diğer her şeyi ölümleri önledikten sonra tartışabiliriz, şimdi ise anlamsız. Önlenemezse eğer kimse bu sorgulamada haklı çıkmaz.
Ölümleri önleyemeyen sözde haklılık hangi gerekçelere dayanıyor olursa olsun haklı görülemez.
Önlemeye çalışmak bir yana başbakan Erdoğan tam aksini yapıyor. Adalet Bakanı ve Sağlık Bakanı'nın verdiği rakamların aksine "ölüm orucunda yalnızca bir kişi var, bunlar şov yapıyor" türünden konuşmaları , BDP'liler için "Kuzu kebabı yiyorlar" demagojisi , bu kavgacı ve provokatif söylem bir devlet adamına ve hele İslami duyanlılık geleneğinden gelmiş birine hiç yakışmadığı gibi içimizdeki adalet duygularını rencide ediyor. Bu inatlaşma, bu kibir ölüm orucu nedeniyle zaten gergin olan sinirleri, sinir uçlarına dokunarak daha da geriyor.
Başbakanın bu talihsiz, talihsiz olduğu kadar da çözümü güçleştiren tutumu ve sözleri olmasaydı; onda, çözüme biraz da olsa açık bir kapı görebilseydik ölüm sınırını aşmış bu büyük trajedi karşısında o ufak kapıdan geçmeyi önerir ve bugünlerde bu konuda "asla AKP ve başbakan eleştirisi yapılmamalı, can kaybını önlemek, ölümleri durdurabilmek için, yalnızca bunun için çözüme odaklanmalı" derdim. Zira gelişmelerin başından itibaren sorunu çözecek esas merci hükümetti. Ama durum bu değil. Maalesef çözüm en başta başbakanı ve suskun kalan AKP yönetimini ve tabanını açık biçimde uyarmak ve eleştirmekten, kamuoyu baskısından geçiyor. "Yazıktır, günahtır ses verin, yanlışları doğruları sonra konuşuruz" demeliyiz. Allah aşkına düşünün, örneğin intihara teşebbüs halinde olan bir insanla karşılaşsanız ne yaparsınız? Bu intiharı önlemek için harekete geçmekten başka yapılacak ne vardır? Gelinen bu noktada durum bundan çok mu farklı?
Gösterilmesi gereken duyarlılık acıma duygularına dayanan insani tepkilerle de sınırlı olmamalıdır; ahlaki ve siyasi sorumluluğun harekete geçmesi gerekir. Cezaevlerinden ölümlerin çıkması halinde AKP'si, CHP'si, MHP'si yazarı, çizeri, düşünürü ve bilmem neleriyle bu trajediyi önleyememiş bir toplum olmanın silinemeyecek utancı bu sorumluluğu davet etmelidir. Acıyacaksak, hâlâ en temel sorunlarını demokrasi yoluyla çözememiş bir toplum olarak kendi zavallılığımıza, kendimize acımalıyız.
Ölümler olmadan da açlık grevlerinin bitirilebilmesinin yolları vardır. Ölüm oruçlarını bitirmek için öne sürülen talepleri geniş yorumlayarak bakmak çözüm getirebilir. Öyle bakılırsa küçük bir adım bile sonuç alıcı olabilir.
Bu taleplerin gerisinde yatan şey, Kürtlerin, sorunlarının demokrasiyi geliştirerek çözüleceğine dair bir güvence göremeyişleridir. Haksız mıdırlar? Gerilere gidip örneklemeye gerek yok, binlerce insanın KCK tutuklusu olarak hapishanelere tıkılmış olduğu koşullarda ve bir kısım BDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasının Meclis gündemine kadar gelmiş olduğu bir durumda ve savaş ortamında böyle bir güven duygusunun tesisi nasıl mümkün olabilir?
Olamayacağı aşikâr, bu nedenle şu ana kadar yapılan, "yakında şu şu adımları atacağız" türünden vaatlerin ölümleri durdurmak için söz konusu güveni sağlamaya yardımcı olmadığını görebilmeliyiz.
O halde ne yapılmalı?
Bu sorunun yanıtını geçmişte kendi deneyimimin içinde düşünüyorum ve belki bir esinlenme yaratarak çözüme bir katkı sağlar umuduyla kısaca hatırlatmak istiyorum.
Dr. Nihat Sargın ve ben kendi isteğimizle, komünist partisinin yasallığı ve demokrasi için 1987 yılının Kasım ayında Türkiye'ye dönmüş ve gözaltına alınıp tutuklanmış, iki buçuk yıl tutuklu olarak yargılanmıştık. Kendi ayağımızla gelmiş olduğumuz ve bu nedenle kaçma şüphesi olmadığı halde bu uzun tutukluluk hali hem iç hem uluslar arası kamuoyunda çok ciddi bir tepki , bizimle ise son derece geniş bir dayanışma doğurmuştu. DGM'de (Devlet Güvenlik Mahkemesi) yargılanmamızda her celsede DGM önü büyük dayanışma gösterilerine sahne oluyor ve hükümeti protesto eylemlerine dönüşüyordu. İktidar zor durumdaydı ama çözüm için de bir adım atmıyor, aksine zamanı uzatıp, bizi unutturma ve meseleyi sönümlendirme taktiği uyguluyordu. Bu taktiği bozacak bir müdahale gerekliydi. Bu durumu cezaevinde Sargın ile birlikte değerlendirdik ve ölüm orucuna yatmaya karar verdik. Bu kararı yalnızca ikimiz aldık ve hatta dışarıdaki arkadaşlarımızı bizimle birlikte açlık grevlerine gitmemeleri konusunda uyardık. Buna rağmen sembolik destek grevleri yapılmıştı.
7 Nisan 1990 tarihinde amacımızı kamuoyuna bir bildiriyle duyurarak Ankara Merkez Kapalı Cezaevinde "Süresiz açlık grevi ve ölüm orucu"na başladık.
Bu bildirimizde, siyasi gelişmelerdeki kötüye gidişe ve özellikle Kürtler üzerinde artan şiddete, sürmekte olan ilan edilmemiş savaşa dikkat çekerek özetle şöyle diyorduk: "Eylemimiz , demokratikleşmeye yönelik artan tehlikelere karşı uyarı görevimizi yerine getirmeyi amaçlıyor. Başladığımız ölüm orucu Türk Ceza Kanunu'ndaki 141, 142 ve 163'üncü maddelere ilişkin düzenlemelerle, Komünist partisi üzerindeki yasak kalkıncaya veya kalkacağının açık işaretleri ortaya çıkıncaya kadar, ya da daha uygun mücadele koşullarına sahip olacağımız tahliyemize kadar kesintisiz sürecektir." (Siyasi taleplerle açlık grevi olmaz diyenlerin kulakları çınlasın.)
Böyle başlayan ölüm orucumuz yurt içinde ve uluslararası kamu oyunda olağanüstü yankı yaratmış ve iktidarı iyiden iyiye sıkıştırmıştı. Uluslararası insan hakları örgütleri, ünlü müzisyen Theodorakis gibi sanatçılar, yazarlar, gazeteciler v.s bir yandan bizimle açık dayanışma gösteriyor öte taraftan çözüm için hükümete baskı yapıyorlardı. O tarihte Refah Partisi İzmir teşkilatı da destek açıklamasında bulunmuştu. Sokaklarda ise polis baskılarına, engellemelerine direnerek ama taşsız sopasız, silahsız, sazlı sözlü, barışçı, ses getirici etkili kitlesel gösteriler de yapılıyordu. Bunlar olurken bir yandan bize yönelik tutuklamalar sürüyor ama öte yandan arkadaşlarımız buna rağmen Adalet Bakanıyla da görüşmeler yapıyorlardı, zaman içinde oralardan çözüme dair olumlu sinyaller de almışlardı.
Sonuç olarak kamuoyunun tam desteğini kazandığımızı ve aldığımız sinyallerden hükümetin de çözüme gerçekten niyetli olduğunu anladığımız bir noktada -ki Cumhurbaşkanı Turgut Özal da düşünce ve örgütlenme özgürlüğünü yok eden bu maddelerin kaldırılacağını kamuoyuna açıklamıştı, ölüm orucumuzun yirminci gününde açlık grevimizi kendi kararımızla bitirdik. Daha doğrusu açlık grevimize "ara verdiğimizi" açıkladık. Sonuç alamazsak yeniden başlayacaktık. Bu gelişmeleri müteakip ilk celsede mahkeme tutuklu olmamıza neden gösterilen bu maddelerin kaldırılacağının açık emareleri görüldüğü gerekçesiyle tahliyemize karar verdi ve böylece ölüm orucundaki talebimizin bir kısmı karşılanmış ve özgürlüğümüzü kazanmıştık. Hatta iyi hatırlıyorum mahkemenin bu kararından sonra Adalet Bakanı Sungurlu "Mahkeme topu bize attı" demişti. Bu maddelerin kalkması ve komünist partisinin yasallığı -elbette demokrasi mücadelesinin sürmesiyle, çok daha sonra gerçekleşti. Ama gerçekleşti.
Kıssadan hisseye gelince; Bu son açlık grevleriyle istenen mesaj verilmiş, mümkün sınırlar içinde kamuoyu desteği kazanılmış ve kanımca bu anlamda eylem yarı yarıya amacına varmıştır. Geriye taraflar arasında güven verici bir uzlaşmaya varmak kalmıştır. İlle de kamuoyuna açık biçimde yapılması gerekmeyen görüşmelerle bir uzlaşma formülü bulmak mümkündür. Bu formülün ne olacağı ancak hükümetle yapılacak, ölüm orucu sınırında olanların ve BDP'nin de taraf olduğu görüşmelerle bulunabilir. Bu formülün dahi kamuoyuna açıklanması gerekmez.
Ama bir formül acilen bulunmalı ve güven verici bir uzlaşma zemini acilen sağlanmalıdır.
Grevdekilerin sağlıklarını koruyamadık ne yazık ki, ama hiç değilse ölümler önlenmeli.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.