“Kekre bir şey var bu havada
Geçmişle gelecek arasında
Acıyla sevinç arasında
Öfkeyle bağış arasında”
Cemal Süreya
Geçen seneki 2 Temmuz nasıl sessizce geçmişti, değil mi? O sessizliğin altında ezilişimi “Alevileri suçlamak kolay” başlıklı yazımda aylar önce yazmıştım. O yüzden bu sene Sivas’taki 2 Temmuz anmasına katılmaya çok kararlıydım. Ancak anmalarda Sünni Müslümanların “gerici, mürteci, yobaz” olarak damgalanıp Madımak’ın tüm günahının üzerlerine yıkıldığı düşmanca bir dile sıklıkla rastlandığından varlığımın zaten yas tutmakta olan insanlara sıkıntı vermesinden çekiniyordum. Anmaya katılacak olan Alevi arkadaşlarıma danıştım ve sonuç olarak “Gelmesen daha iyi, birileri ortalığı karıştırabilir” diye özetleyebileceğim bir cevap aldığım için gidemedim. Ancak bu yılki 2 Temmuz’un önceki yıllara nispetle oldukça “farklı” geçmiş olması benim için kâfi tesellidir.
Yine 2 temmuz günü, bir grup Müslüman kadın arkadaşımla beraber Taraf’ta bir ilanla duyurduğumuz “Sivas Yasında Buluşan Kadınlar” imza kampanyası “Kılıçdaroğlu çömelecek mi, bağdaş mı kuracak, amuda mı kalkacak?” tartışmaları kadar ilgi çekmediyse de pek çok gönle dokundu. Örneğin Radikal’den Erkan Goloğlu müstear ismiyle yazan “şiirden abim”, Sivas Katliamı’nın onda uyandırdığı öfkeyle olan kişisel imtihanını şöyle anlatmış:
“Aşılması güç bir öfkeydi beni suskunluğa iten. Bir başkasını hatta çoğumuzu bağırıp çağırmaya kışkırtan öfke, beni ağır bir sessizliğe çekmişti. (...) Sonra bir sürü kelimeler aldım elime. ‘İrtica’ bunlardan biriydi, ‘şeriat’ öbürü, ‘gericilik’, ‘yobazlık’, ‘zulüm’ gibi bir sürü birbirine benzer kelimelerin arasında gidip geldim. (...) Öfke, yerini çaresizliğe bırakmıştı. 2 Temmuz’u unutturmamak için yapılan etkinliklerdeki isyanın bir parçasıydım. Ama barışmaya hazır bir dil bulamıyordum orada. Kendisini bu öfkenin muhatabı görenler ise, bu isyanı anlamaktan uzaktı. Her 2 Temmuz, bende giderek ağır bir çaresizlik duygusu yarattı. Her 2 Temmuz’da artan çaresizliğimin ortasında buldum kendimi. Kovboylar geldiğinde kapılarını kilitleyen, panjurlarını kapayan kasaba halkına benzedim git gide.
Düne kadar!
2 Temmuz 2010 günü http://sivasyasindabulusankadinlar.blogspot.com/ adresinde okuduğum bir metin, “17. yılında Sivas mazlumlarını anıyor, ailelerinin ve sevenlerinin acısını paylaşıyoruz” sözleriyle bitiyordu. “(...) Bu sözlerin sahibi kadınlarla, Sivas mazlumları, onların yakınları ve aileleri, birbirine emanettir, artık. Ne kadar köreltse de, zulmün teslim alamadığı bu vicdan, dün, 17 yıldan beri içimizden atamadığımız acıya dokundu, yaranın üstüne elini koydu.”
Erkan Goloğlu’nun yaşadığına benzer, sessizlikle el ele yürüyen bir çaresizlik duygusundan neşet etmiş bu metin Sivas yaramıza bir nebze merhem olabildiyse ne mutlu bize.
O yaradan bana yadigâr, zihnime âdeta kazınmış bir fotoğraf var. Madımak’ın merdivenlerinde şair Behçet Aysan, şair Metin Altıok ve bağlama ustası Hasret Gültekin oturuyor. Otel yanmaya başlamış, odalara duman doluyor. Koridorlarda umutsuz bir bekleyiş. İşte o fotoğrafta bu üç güzel insan, başlarına gelecek felaketin farkında olmalarına rağmen endişenin içinde metanet, metanetin içinde kırgınlık saklayan gözlerle bekliyorlar. Sivas katliamı, sanırım en çok bu fotoğraf demek benim için. Şiirlerini okuyarak, sazını dinleyerek dertlendiğim/ derman bulduğum bu üç adam yan yana aynı kaderde buluşuyor. Ne zaman Sivas Katliamı tartışılsa ve kaçınılmaz “Sen kimin tarafındasın” sorusuna muhatap olsam o merdivendekilerin tarafında ve hatta yanıbaşında olduğumu söylerim. Dışarıda tekbir getirenleri duyarak ve içimden tekbir getirerek o merdivenlerde oturuyor olurum, çünkü büyüklük Allah’a mahsustur, çünkü haksız yere bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir, çünkü adaletsiz olup Allah’a karşı gelmekten sakınmak gerekir.
Bir okuyucum 2 Temmuz’la alakalı twitter sayfamda paylaştığım sözlerim üzerine bana şöyle yazmış: “Sen ve senin gibiler faşist hükümetlerin kollarında beslenip çıban gibi baş verirken, sahip çıkmaya utanmadığın bu insanlar seni yetiştiren faşistlere karşı mücadele veriyordu. Sen git kendi sayfanda faşist şakşakçılarınla gönlünü eğlendir arsız pislik.”
“Şiir, insanları sevmeye yarar” demişti Metin Altıok ve “Dünya alışkanlıktan değil de, sevgi ve mutluluktan dönsün diye” saz çaldığını söylemişti Hasret Gültekin. Onlar, en güzel Behçet Aysan’ın anlattığı “beyaz bir gemi”ye binip gittiler...
Sanırım kalanlar için şimdi esas soru şudur: Onların “gemi arkadaşı” olmak isteyenlere yakışan dil yukarıdakilerden hangisidir?
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.