Cemaatle AK Parti arasında yaşanan gerginliğin adı kimi çevreler tarafından “hesaplaşma” olarak lanse ediliyor. Bakıyoruz, cemaat tarafı bu “hesaplaşma” tezini kabul etmiş durumda ve bu zeminde yürütüyor politikalarını. 2004 yılında imzalanan ve muhtemelen daha o aşamadan itibaren de haberdar oldukları bir MGK kararını bugün afişe ettirmeleri de, bu tezi destekliyor. Peki, AK Parti bu sürprizlere hazır mı? Bence hazır, çünkü 28 Şubat sürecinde Refah Partisi’ne yönelik baskılar karşısında televizyona çıkıp Erbakan’dan hoşlanmadığını deklare eden Fethullah Gülen Hoca’nın bu tavrını unuttuklarını hiç sanmıyorum. Rahmetli Erbakan’dan hiç hazzetmeyen ben bile bu tavrı etik açısından oldukça sorunlu bulmuş ve tanıdığım cemaat üyelerine bu tavrın anlamını sormuştum. Onlar da “Hocaefendi ne yapsın, civcivlerini korumaya çalışıyor!” demişlerdi. Tabii onların bu kişisel yorumları Hocaefendi’yi bağlamaz ama en azından böyle bir tutumun cemaat içinde nasıl anlaşıldığını göstermek bakımından bir veri sunabilir.
Yazılıp çizilenlere, yapılan açıklamalara bakıldığında AK Parti tarafının böyle bir hesaplaşmanın varlığını kabul etmediğini, söyleminde böyle bir imadan özenle kaçındığını görüyoruz. Nitekim MGK belgesiyle ilgili olarak da, atılan imzalara rağmen cemaate karşı hiçbir şeyin yapılmadığını açıkladılar ki ben bunun doğru olduğuna inanıyorum. Ancak bu yazıda iki tarafın birbirine ne yaptığı, nasıl yaptığından ziyade, bu zıtlaşmadan ve yarılma görüntüsünden müthiş bir haz duyan kimi kesimlere “O kadar sevinmeyin, işler hiç de sizin umduğunuz şekilde sonuçlanmayabilir!” demek istiyorum. Hatta “Siz bu cemaatleri hiç tanımıyorsunuz, komplo teorilerine o kadar bel bağlamayın, sonra mahcup olursunuz!” diye de uyarmak istiyorum.
Dini cemaatler meselesi uzun yıllar Türkiye’de bir kara kıta olarak kalmış, dinin bireysel kimlikler ya da toplumsal süreçler üzerindeki etkisi bile, “irtica” söyleminden bağımsız bir şekilde, salt sosyal bir olgu olarak sosyal bilimlerin konusu haline gelememiştir. Tabii ki Şerif Mardin Hoca’yı bu alanda bir istisna olarak zikretmek lazım, ancak onun da bu özgürlüğü başlangıçta ABD’de kullandığını hatırlamamız gerekiyor.
Şerif Mardin “Modern Türk Sosyal Bilimleri Üzerine Bazı Düşünceler” başlıklı makalesinde* bir grup önde gelen Türk bilim adamının -ki onları Kemalist, laik ve Marksizan eğilimler taşıyan kişiler olarak niteler- Türk toplumunu analiz ederken kullandıkları bir kavrayış çerçevesine bağlı olarak, tahakküm, iktidar ve zorlamanın getirdiği kısıtlamaları başlangıç döneminin zorunlu bir özelliği saydıkları ve bu yüzden de tahakküm altındakilerin dayanaklarını ya da “söylemini” anlatmadıkları, böylece mikro sosyoloji alanının güdük bırakıldığını ileri sürer. Mardin, bu yaklaşımın yarattığı sorunu şöyle açıklar: “Mikro düzeydeki analiz üzerinde odaklanamamaktan doğan yetersizlik hem belli başlı toplumsal süreçlerin karmaşıklığına duyarsız davranmaya yol açar, daha da önemlisi, hem de tabandaki dinamiklere dayandırılan açıklamaların daha uygun düşeceği yerlerde komplo teorilerine başvurma alışkanlığını geliştirir.”
Ben bu analizin, şimdi karşı karşıya olduğumuz durum için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Cemaat şu anda tepkisel bir tavır ortaya koysa da, tabandaki insanların bu yarılmadan hiç de hoşnut kalmayacaklarını ve bu yüzden AK Parti’yle yaşanacak bir kopmanın tabanda da kopmalar meydana getirebileceğini bence çok iyi biliyor. Ancak yine de elinde önemli bir potansiyel var ve bu yüzden gerilimin düzeyini belli bir seviyeye kadar yükseltmekten çekinmiyor. Fakat bunun belli bir sınırda kalacağını ve orada bir uzlaşmanın oluşacağını öngörebiliriz. Bundan fazlası olursa şayet, işte o zaman daha büyük bir projeyi konuşmaya başlayabiliriz…
*(Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik, Ed. Sibel Bozdoğan, Reşat Kasaba, çev. Nurettin El-Huseynî, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Dördüncü Baskı, 2010, İst., s.66-83) (Serbestiyet)
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.