Egemen zihniyetin sorunları çözmekte zorlandığı durumlarda, bazen yeni bir zihniyetin tomurcuklanmasına tanık oluruz. Kürt meselesinin geldiği tıkanma noktası da, birçoğumuzu umuda sevk edecek şekilde demokrat bir süreç alternatifini gündeme getirmiş ve AKP hükümeti fazla komplekse kapılmadan yüzünü bu yöne dönmüştü. Referanduma parti kapatmayı neredeyse imkânsız kılan bir maddenin konmak istenmesi, PKK ile yapılan Oslo görüşmeleri ve Habur üzerinden bir PKK grubunun Türkiye'ye dönmesine izin verilmesi, meselenin konuşma ve siyaset ile çözülebileceğini ima ediyordu.
Ancak her yeni zihniyet belirsizlik, korku ve direncin de habercisidir. Özellikle daha demokratik bir kamusal alana doğru gidilmekteyse, eski zihniyetin egemen aktörleri kontrolün ellerinden kaçacağını öngörüp süreci dizginlerler. Toplumsal cenahta yaşanacak çoğullaşmanın kendileri için risk oluşturduğunu fark ederler. Demokratik çözüm sürecinin kaçınılmaz olarak taviz verme anlamına gelebileceğini, hatta tabu haline getirdikleri 'milli' pozisyonlardan vazgeçmelerine neden olabileceğini gördükçe, çözümden korkmaya başlarlar.
Böyle durumlarda tarafların eski zihniyetlerine daha da büyük bir ihtirasla sahip çıktığına tanık oluruz. Yeni yolun belirsizliği ve içerdiği tehditler, aktörlerin eski zihniyete yapışmalarına ve paralize olmalarına yol açar. Türkiye'de de böyle oldu... AKP de PKK da çözümden korktu ve çözümü rakibin çözümsüzlüğe itilmesinde aradı. Hükümet PKK'ya ve dolayısıyla BDP'ye güvenilemeyeceğine karar verdi ve hiç de haksız değildi. Ama çare olarak PKK'nın askerî açıdan zayıflatılmasını hedefleyen bir anlayışa kaydı. PKK ise karşısında tahmin ettiğinden daha 'yumuşak' bir görüşmeci buldu ve konuşarak varılacak her çözümün Kürt siyaseti üzerindeki hegemonyasını zayıflatacağını gördü. Ancak savaşarak elde edilecek tavizler PKK'nın gücünü korumasını sağlayabilecekti.
AKP ile PKK arasındaki siyasi simetri, hayal ettiğimiz ama aslında hayli yadırgadığımız demokrat zihniyetin eşiğinde bizi durdurdu ve çok iyi bildiğimiz, kendimizi içinde rahat hissettiğimiz otoriter zihniyete geri döndürdü. Üstelik şimdi karşı tarafın demokrat olmadığının bilgisiyle, her iki taraf da kendi otoriter yaklaşımını daha meşru sanıyor ve bunu bir siyaset olarak açıkça öneriyor. Kimseyi suçlayacak halimiz yok... Savaşı barıştan daha fazla biliyoruz ve savaş halinde kendi tutumumuzdan çok daha eminiz. Demokratlığı beceremeyen ve beceremediği oranda suçu karşı tarafta arayan kendimiziz.
Somut olarak bakıldığında AKP ile PKK arasındaki siyasi simetri açık: PKK'nın hiçbir uygulaması veya şiddeti bir 'siyaset' olarak kullanması, hükümetin Kürtçe ve yerel yönetimler konusunda reform adımları atmamasının mazereti olamaz. Buna karşılık AKP'nin reform adımları atmada çekingenliği ve direnci de, PKK şiddetinin mazereti olamaz. Her iki aktör de diğeri tarafından itilerek, mecburen sıkıştıkları bir pozisyonda değiller. Aksine tercih imkânları olmasına rağmen demokrat bir yolu, konuşmayı ve buradan üretilecek bir toplumsal meşruiyeti bilerek seçmiyorlar. Onun yerine karşı tarafı daha da otoriterleşmeye teşvik edecek, savaşı kalıcı bir ruh haline dönüştürecek, karşılıklı cinayetleri normalleştirecek bir 'stratejiyi' sahipleniyorlar.
Savaşın barışa bu denli doğal bir biçimde tercih edilmesi, savaş yoluyla barışa ulaşılabileceğine ilişkin araçsal ve ahlaksız argümanların sıradanlaşması, bu ülkedeki herkesi bir kez daha düşünmeye davet ediyor. Şiddete, öldürmeye bu kadar yakın olmak, konuşmaktan ve paylaşmaktan bu denli ürkmek nasıl açıklanabilir? İnsanî açıdan yücelttiğimiz bütün normları, her sorunu kolayca 'millileştiren' otoriter ideolojiler sayesinde ezip geçtiğimizi görmek o kadar zor olmamalı...
Ama tam da böyle yapıyoruz. Her cinayetin bir faili ve mağduru var ama ne yazık ki her ikisi de aynı zihniyetin, ölmeyi ve öldürmeyi onaylayan bir yaklaşımın taraftarı ve destekçisi. Gücü anlamlı ve meşru bulan, güçle elde edilen hakları sorgulamayan bir kültürden geliyor ve bu kültürü hamasetle yâd edip yücelttiğimizde aslında kendimizi kandırdığımızı bile görmüyoruz.
Bu dehlizden çıkmak için uğraşanlar yok değil... Geçmişte de olmuş ama şiddetin toplumsal cazibesi karşısında yenilmişlerdi. Bu kez de farklı olmayabilir...
Çünkü siyasi basiretin önkoşulu toplumsal önyargılarla yüzleşilmesidir. Türkiye ise o noktaya henüz geliyor.
Demokratlığa doğru bir zihniyet değişimi samimiyete muhtaçtır. Bizim insan, devlet ve tarih tahayyülümüz ise hâlâ miras aldığımız rahatsızlıklarla muzdarip....
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.