“Bak Allah’ın rahmetinin eserlerine (ki) yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor! Şüphe yok ki O, ölüleri de elbette (öyle) diriltecektir. (Zira) O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.”1
Newroz’u karşılarken/yorumlarken, ölçüm hep bu ayet olmuştur. Onun için “tarih” ve “tabiat” içinde gezinirken, bu ayetin Newroz’a delalet eden boyutunu işlemekte yarar görüyorum. Herkesin ve kesimin Newroz’a –kendisince– anlam/anlamsızlık yüklemeye çalıştığı bir süreçte, en doğru tanımlamanın bizzat “Newroz’un sahibi ve Halıkı” olan Allah’a ait olduğu inancıyla, farklı bir pencere açmak istiyorum. Umarım başkalarına da ufuk açar.
Evet, Newroz, evrensel bir hakikat, cihanşümul bir değerdir. Kökenini, ulusların tarihinde değil, evrenin hamurunda aramalıyız. Anılacaksa, evrenle birlikte anılmalı; onunla birlikte yaşanmalıdır. O, yalnızca bir ulusun ya da coğrafyanın dirilişi değil, bütün bir evrenin diriliş ve uyanış muştusudur. Abartılı gelebilir ama inancım o ki, Newroz, yaratılışa üflenen bir ruh, topyekûn dirilişi tetikleyen ilahî bir starttır. O, evrensel boyutundan koparılamayacak kadar engin, ulusçuluğun dar ve fasit cenderesine sığmayacak kadar kapsamlı bir ilahî değerdir. Her evrensel değer gibi, Newroz da gasp edilmemeli, millî ve ulusçu duruşlara kurban edilmemelidir.
(Not: Dünyalılar olarak, biz kuzey yarıkürede Newroz’u karşılarken, güneyli dostların bunu Sonbaharda (21 Eylül) karşıladıklarını unutmamalıyız. Ama her hâlükârda, hiç bir dünyalının Newroz’dan, bu ilahî nefhadan mahrum bırakılmadıklarını hatırlatmalıyız.)
Newroz için “evrensel”dir dedik; bu imanımdır benim. O, tıpkı Allah’ın “kûn”(ol/diril) emrinin ilk tecellisi, bu tecellinin “ism-i hassı”(özel ismi)dır. Newroz “yeni gün” olduğu kadar “ilk gün”dür, ilk yaratılıştır. Bu ilahî günde, ilahî kudret, yaratılış teknesinde yoğurduğu kozmik hamura, evrenin ilk malzemesine (Nebula’ya) tecelli etmiştir(Big-Bang); bu tecelli, henüz “cenin” halde olan bu hamuru açmış, genişletmiş, “büyük insan/kâinat” kıvamına yükseltmiştir. Başkası ne derse desin, ben bu yaratılışa “Newroz” diyorum. Ona saygı duyuyorum. Ve tavsiyem, isimlere değil, mana ve muhtevalara bakalım diyorum.
Beşerî zulüm ve yıkımlardan mütevellit “doğal” ve “ruhsal” kışlardan en kasvetlisini yaşarken, bize sevimli ve şenlikli yüzüyle tebessüm eden bu yılın Newroz’una bizler de somurtkan ve yapmacık tebessümlerimizle “merbaha” derken, –her şeye rağmen– yeniden “inşa” ve “ümid”in bir ilahî sahnesi olan bu baharı lütfeden Allah’a “şükürler” diyorum. Evet, şükürler O’na ki, yine kudretinden(enerjisinden) doğaya üflediği ruh ve nefhayla, öce havaya, sonra suya, sonra da toprağa ateşini(cemre) saldı. Kâinatın dört temel esasından olan hava, su ve toprağa “Güneş” kardeşlerini yoldaş yaptı; ondan saldığı ateşle(ısı), Newroz’un müjdesini verdi; Newroz’un “mücadele” değil, “yardımlaşma” ve “dayanışma”yla gürleşeceğine dair mesajlar verdi. İşte ben bu Newroz’u seviyorum; ona saygı duyuyorum. Çünkü o, ilahî bir armağan, O’ndan bize bir bayramdır.
Newroz’u seviyorum; çünkü o, ilk insan ve yegâne atamız Âdem’in kudret eliyle donatılıp yeryüzü sahnesine gönderildiği günün sembolüdür. O Âdem ki, beşeriyet muktezası olarak “yasaklı meyve”den yemişti. İsyanı, ona mekân değiştirtmiş; “mükâfat” dünyasından zahmet ve meşakkatlerle yoğrulmuş “imtihan” dünyasına attırmıştı. Ama o olgundu; ikinci bir Newroz’a uyandı; “Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz, bize rahmetinle muamele etmezsen muhakkak ziyana uğrayacaklardan oluruz."2 demişti. Engin ve payansız Rahmet, onun duasına “lebebyk” demiş, rahmet sinesine basmıştı. İşte Âdem Baba ve Havva Annemizin şahsında, beşerî isyanlarımıza af kucağını açan bu ilahî enginlik, tarifi zor bir başka Newroz’dur.
Hazret-i Nuh; insanlığın ikinci/yeni babası... O da bir Newroz’dur. Evet, “Nuh” da “New” de “yeni” demektir. Bu yeni babamız, tam dokuz yüz elli sene kavmiyle uğraşmış. Tek isteği, onların istikamete, tevhide gelmeleriydi. O, kavmini zalim ve zorbaların kulluğundan, yararsız ve etkisiz putların tasallutundan kurtarıp Allah’a çağırıyordu. Olmadı, ıslaha yanaşmadılar. Nihayet, tükenen sabrıyla, “Ey Rabbim! Bana, babama, anama, mü’min olarak evime girene ve bütün mü’min erkek ve mü’min kadınlara mağfiret eyle. Zalimlerin de sadece helâkini artır.”3 dedi. Ve gemisinin ocağı(ateşi) coşup Newroz’a dururken, zalim ve zorbalık yığınlar çerçöp misali engin dalgalara kaplıdırlar. “Tevhid” ve “adalet”in mümessilleri ise ikinci bir Newroz’a ulaştılar; mübarek Cudi’inin doruğunda Allah’ın “rahmet”, “yardım” ve “zafer”ini kutladılar. İşte hem kurtuluş, hem yeni bir dirilişin öyküsü olan bu Newroz’u seviyorum, saygıyla anıyorum.
Hazret-i İbrahim; Allah’ın dostu, peygamberlerin atası... Çağının en zorba tiranına, putperest kavmin baş putuna, Nemrud’a direnen muvahhid insan... Alevleri göklere yükselen bir ateşe atıldı. Ancak her şeye hükmeden kudret, dizgininden tuttuğu ateşe, “Ey ateş! İbrahim’e karşı soğuk ve selametli ol!”4 dedi. Ve Nemrud’un cehennemî ateşi, Newroz’un diriltici cennetine dönüştü. Bu ilk Newroz’du; sırada ikinci Newroz vardı. İsmi gibi, kendini ölümsüz gören Nemrud, çağın Nemrudlarına örnek olacak bir ibretliğe duçar oldu. Hiç ummadığı yerden, ummadığı bir şeyle, ilahlığı beş para oldu; sulta ve saltanatı yerle bir oldu. “Yerlerin ve göklerin ordularına sahip”5 olan Allah, bu tanrı taslağına en zayıf bir yarattığını, bir sivrisineği musallat etti. Burnundan girip soluksuz bırakan sinek, onu ateşlerin en büyüğüne yolladı. İşte bir mütekebbir zalimin trajikomik akıbeti ve işte bir sinekle “Dost”una ve onun köleleştirilmiş toplumuna sunduğu yeni bir hayat; tevhidî bir Newroz... Bundandır ki, ismi gibi mana ve muhetevasına da aşığım Newroz’un...
Hazret-i Musa; çilekeş peygamber, “Kavmini karanlıklardan/zulümlerden nura/özgürlüğe çıkar ve onlara Allah’ın günlerini hatırlat.”6 fermanına muhatap elçi. Evet, öyle günlerdi ki, “(Firavun) sizi azabın en kötüsüne maruz bırakıyordu; oğullarınızı boğazlıyorlardı, kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı.”7 Ama ne oldu? Allah Musa’yı vesile kıldı; onula birlikte kavmini Firavnî yönetimden kurtardı; Firavun ve adamlarını denizde boğdurdu. Ve Allah, bu özgürlüğü “nimet” olarak sunuyor, “anın, hatırlayın!” diyor. İşte Musa ve müstazaf kavminin kurtuluşu bir Newroz, Firavun ve tayfasının helaki ayrı bir Newroz’dur. O Firavun ki “Ben sizin en yüce rabbinizim!”8 demişti. Akıbet ne oldu? Allah’ın askerlerinden biri olan su unsuruna yenildi. Ve bu yenilgi, bütün çağdaş firavunlara asırlar ötesinden bir mesajdır; “Hiç biriniz başıboş değilsiniz! Size ve her şeye hükmeden kudretler üstü bir Kudret-i Mutlaka vardır! O her an için perçeminizden tutup esfel-i safiline göndermeye kadirdir. Ama bir sinek, ama bir mikrop; fark etmez. Zira O’nun askerleri sayıya gelmez.”
Ve Ashab-ı Kehf; onlar da yeryüzünün mahrum ve müstazaflarıydılar. Onlar da diktatörlüğe başkaldırmış Allah erleriydiler. O günün tiranı Diocletianus(Dakyanus)tu. Putperestti. Şehvet ve işret müptelasıydı. Zorbaydı, yağmacıydı. Firavun gibi, kendini “ilah” diye dayatmıştı. Karşıtlarını, ya fırınlarda yaktırır, ya sirklere attırır, aslan ve gladyatörlerine parçalattırdı. Ve işte canını dişine takan 7 kişilik bir müminler takımı. Bir de sadık Kıtmirleri. Asilzade gençlerdi; ama asıl ve nesillerini değil, imanlarını düşünen gençler. Sarayı salladılar, diktatörleri dehşete saldılar. İmhalarına karar verildi. Korktuklarından değil, inançlarından öte hicreti tercih ettiler; mağaraya sığındılar. Mağara değil, Allah’ın hıfz ve himaye kucağıydı. Üzerlerine sekinet ve sükûnet indirildi; üç yüz dokuz yıl kadar uykuya alındılar. Bu onlar için ilk Newroz’du; zira kurtulmuştular. Uyandıklarında ise, ektikleri tohumlar sümbüllenmiş, şirk diyarında tevhid Newrozları açmıştı. Memleketleri imanın aydınlığına kavuşmuştu. Bu, kendileri için ikinci bir dirilişti; yani hakiki Newroz. Artık ölseler de gam yok. Öyle de yaptılar; halk nezdinde bir başka şirke dönüşmesi diye 309 yıllık uyku mucizesinin ardından ölmek istediler. Duaları kabul gördü, ötelere kanat çırptılar...
Ve Muhammed Aleyhissalatü Vesselam’ın Newroz’u... Şirk ve zulmün kol gezdiği “Cahiliye” toplumunda bir "Newroz" doğdu; bu, Muhammed’in bizzat kendisiydi. Şirk ve oligarşiye karşı durdu; “tevhid” ve “adalet” haykırdı. Rabbi, O’na, “Sana emrolunanı açıkça söyle ve müşriklere aldırış etme!”9 diye emretti. Günlerce, yıllarca çalıştı; durmadan, fasılasız olarak... Filiz iken ağaç oldu; kök saldı, dal-budak yaydı. Putperestlerin tahtı sallandı. Putlar itibarsızlaştı; beş paralık oldular. Şirkten nemalanan Mekke oligarşisi, sahte tanrılarının yardım etmediklerini gördüler; gelmekte olan tehlikeyi sezdiler. Talana, infazlara koyuldular. Sökmedi… "Hicret" emri çıktı. O da bir başka Newroz’du. Müslümanlara gün doğdu. Zaman, zemin ve emniyete ihtiyaçları vardı. Medine vesile oldu. Ve gün geldi ki, Mekke’nin civar dağlarında on bin Newroz ateşi yakıldı; bu ateş şirki yakan bir ateşti. Müşriklerin gözleri kamaş kamaş... Çaresizdiler; putları yardıma gelememişti. Yetmedi, Newroz ateşini yakan Hz. Peygamber, Allah’ın evine yöneldi; hamd ve şükürden sonra, daldı "anlamsız" ve "yararsız" putların içine...
“Hak geldi batıl zail oldu. Ve batıl yok olmağa mahkûmdür”10 şiarıyla... Kaidelerinden indirdi onları birer birer... Hak, adalet ve özgürlüğün evi olan Beytullah kavuşurken kendi aslî kimliğine, Müslümanlar da erdiler asıl muratlarına. Ve işte bu, Newrozların Newrozu idi. Özlediğim Newroz… Her şeyin “aslını” ve “kimliğini” bulması… Asıl "özgürlük" budur; "diriliş" buna denir. "Asılsızlık" ve "kimliksizlik" üzerinde icra edilen Newrozlar, halkların Newroz’u değil, kışı ve boranıdır, hüzün ve hazanıdır.
Daha nice Newroz’lara...
1 (er-Rum, 50)
2 (el-Araf, 23)
3 (en-Nuh, 28)
4 (el-Enbiya, 69)
5 (el-Fetih, 7)
6 (el-İbrahim, 5)
7 (el-İbrahim, 6)
8 (en-Naziat, 24)
9 (el-Hicr, 94)
10 (el-İsra, 81)
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.