Bir önceki yazımda, emperyalizmin İslâm’a karşı yürüttüğü topyekûn imha savaşına ve bu savaş çerçevesinde “cemaat” kavramı üzerinden yürüttüğü algı operasyonuna dikkat çekmiştim. İşin bu noktasında, bazı kafalarda istifhamların doğduğuna, itirazların yükseldiğine şahit oldum: “Efendim, bütün suçu emperyalizme ve sömürgeci kompradorlara yüklemek, kaçamak bir izahat olmaz mı? Bu emperyalist ablukasyonda Müslümanların hiç mi suçu yok?...” Bu yazı, bu ve benzeri sorulara dairdir. Amaç, ev sahibi-hırsız denklemindeki “ev sahibinin sorumsuzlukları”nı masaya yatırmak; sorumluluklarını hatırlatmaktır.
Tekrarlamakta fayda var; insanoğlunun hayattaki başarısı, hayatî kanunlarla olan uyumluluğundadır. Bu kanunlara, “Fıtrat” ya da “Sünnetullah” diyoruz. Bu kanunların koyucusu Allah’tır. Allah rahmandır; bağışlaması umumidir. Sünnetullah’a uyma noktasında ayırım yapmaz; cinsiyet ve sair aidiyetlere bakmaz. Meşru olmak şartıyla, “çalışma”ya bakar; ona göre muamele yapar. Fıtratla barışık olanları ödüllendirir; yüceltir, savaşanları cezalandırır; zelil kılar. Kâinat ve içindekiler, bu yasalara tabidirler ve bunlarda asla bir değişiklik olmaz.1 Şimdi dönüp kendimize bakalım; nerede hata yaptık?
Evvela, Allah’ı kendimize Rab, Peygamberini önder kılamadık. Yahudi ve Hristiyanların ittihaz ettikleri etten-kemikten ilahları gibi, bizler de “uyduk önceki ümmetlere” diyerek aynı sünnet-i seyyieye saptık.2 Peygamberin, “Ben ve benden önceki peygamberlerin en önemli çağrısı, ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ sözüdür.”3 hadisini unutarak aklımızı-kalbimizi puthaneye çevirttik. Bu itikadî sapkınlık, bizleri etrafa savurmuş; o taştan bu taşa vurdurarak paramparça etmiştir. İşte bu parçalanmışlık halidir ki, bizleri emperyalizmin enva-i çeşit ifsadat ve zulümlerine hedef kılmış; zararlı ve zehirli fikirlerinin yeşertilmesine zemin hazırlamış; bu sayede, sayıya gelmez işbirlikçi münafıklar yetiştirmişlerdir. Ve asıl darbeyi vuranlar, bu münafık güruhtur.
Cemaatlere uyarlarsak: Cemaatlerin başındaki şahıs ya da heyetler, kendi şahsî görüş ve emellerini, enaniyet ve kişiliklerini –asla ve asla– dayatmamalıdırlar; Allah ve Resulü’ne takaddüm etmemelidirler.4 Böyle bir öncelemenin, “heva-i nefsini ilahlaştırmakla”5 eşdeğer olduğunu bilmelidirler. Tebliğ ve temsil rolünden gayrı pozisyonlar, cemaat ve riyasetlerde ifsadatın temel nedenlerindendir. “Rıza-i ilahî” ve “uhrevîlik” temelinde yürüyenlerin, dünya ve siyasete yönelmeleri; kutsallar üzerinden maddi güç ve nüfuza evrilmeleri, tam anlamıyla bir sapma ve yozlaşma hâlidir. Bu yozlaşma, emperyalizmin yemliği olan kapitalizmin bir aşısıdır; bu aşıyla aşılananlar, Hasan Sabbah’ın sahte cennetinin fedaileri gibi gözü döner, kendinden geçer; şehvet, şöhret ve iktidar adına her türlü rezaletlere sevkettirir.
Peygamberimizin(asm) vefatı esnasında, Hz. Ömer’in, “Her kim ki Muhammed ölmüştür derse, onu kılıcımla doğrarım!” sözü meşhurdur.6 Ancak ondan da meşhuru, Hz. Ebubekir’in tepkisidir; “Kim ki Muhammed'e tapıyorsa, bilsin ki O, ölmüştür. Kim ki Allah'a tapıyorsa, bilsin ki O, Hayy'dır; ölümsüzdür."7 Bu sözler, tarihî olduğu kadar fıtrata dair bir gerçekliğin ifadesidir. Bunu bilmelerine rağmen, cemaatlerin şahıs eksenli hizmet anlayışları, Allah’ın rahmetini değil, gazabını celbetmiştir. Her kesimin, kendi şeyhini, üstadını, hocasını, efendisini pazarlaması, pazarın “asıl meta”ını gölgelemiş; derken, karşımıza bir sürü “sahte peygamber”i, “seyyid”i, “Mehdi”yi, “İsa”yı, “kâinat imamı”nı çıkartmıştır. Böylece baki olan “dava”(şahs-ı manevi) yerine, fani şahıslarda gark olmuşuzdur. Bu öyle bir tehlike ki, yüceltilen şahısları kapan emperyalizm, tüm bir cemaati de evcilleştirebilmektedir. FETO bunun en tipik örneğidir.
İkincisi, Allah ve Resulü’nün sıkı ve ısrarlı uyarılarına rağmen “adalet”i ikame edemedik.8 Adalet, Allah’ın kâinat ve hareketlerine dair ikame ettiği fıtrî yasalardan(Sünnetullah) biridir. Fıtrat’ın izdüşümü olan İslâm, “Aleyhinizde de olsa adaletten ayrılmayınız”9 hükmüyle, adaleti, adeta dayatıyor; insan hayatının olmazsa olmazlarından görüyor. Adalet, bir ruh gibi, kürelerden yıldızlara kadar bütün varlıklara nüfuz etmiş; her şeyin kıvamında en müessir bir iksirdir. Sünnetulla’ı hayata geçirmekle mükellef olan Müslümanların, en büyük sorumsuzluklarından biri de adaleti kendi aralarında icra etmemeleridir. Fiiliyat yerine söz edebiyatını esas alanlar, sosyal düzen ve dinamizmin en temel sütunlarından olan adaleti kaybettiklerinden, kendi çöküşlerini hazırladıkları gibi, İslâm’ın itibarına da gölge düşürtmüşlerdir. İşte, her boşluğu değerlendiren emperyalistler, bu zafiyeti de değerlendirmişler; Müslümanları bu cepheden de darbelemişlerdir.
Cemaatlere uyarlarsak: Cemaatler iyi bilmelidir; karşılığı olmayan sözler, –ne kadar edebi ve mutantan olsalar da– demagojiden öteye geçmez. Problem, anlamak ve anlatmakta değil, “anlayışsızlık”tadır. Bunun da temel nedeni adalet mekanizmasının içselleştirilememiş olmasıdır; “iç adalet”in işlevsizliğidir. Yani cemaat içi ve cemaatler arası adaletin olmayışıdır. Zira kendini merkeze alan ve oturtan kişi ya da cemaatler, adil davranamaz. Kendinden gayrısını, Allah ve Resulü’ne göre değil, kendi hissiyat ve kriterlerine göre değerlendirir; kabul ya da red eder. Eşyanın tabiatında var olan farklılığı(fıtratı) idrak etmeyenler, herkesi ve kesimi değiştirmeye; kendine benzetmeye çalışır. Değişeni kucaklamak, direneni red ve inkâr, fıtrata karşı verilen bir savaştır. Fıtratla savaşan, dünyada rezil, ahirette zelil olur. Fıtrat, adaleti öngörür; adaletten şaşan, zulme sapar. Zulümle abat olanın akıbeti berbat olur. Kur’an’ın, “Birbirinizle boğuşmayınız!”10 uyarısına rağmen, kavgayı esas alanlar, adalet nazarına münafıktırlar. Zira adalet, “kendi nefsi için istediğini diğer kardeşleri için de istemek”tir.11 Hüküm nettir; aksi ihanettir.
Said-i Nursî’nin, “Mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, ‘mesleğim haktır veya daha güzeldir’ demeye hakkın var; fakat ‘yalnız hak benim mesleğimdir’ demeye hakkın yoktur.”12 ifadesi, kişi ve cemaatler arası adalete dikkat çeken bir başka düsturdur. İslâm Şeriatı’nın yanısıra, Şeriat-ı Fıriyeye(yaratılış yasaları) davet edilen Müslümanların, adeta iki şeriati de ıskalarcasına “hevaî şeriatlar” ihdas etmesi, emperyalizmin elini güçlendiren en büyük kozlardan biridir. Mütecaviz emperyalistlerin cinayetlerinden bahsederken, Müslümanların bu cinayetlere davetiye çıkartan ihmalkârlıkları da göz ardı edilemez. Ancak hiç bir ihmalkârlık, emperyalist kompradorları haklı ve yaptıklarını meşru kılamaz.
Üçüncüsü, İslâm’ın ana hedefi olan “Tevhid”, “Nübüvvet”, “Haşir”, “Adalet ve İbadet” gibi aslî meselelerden yüz çevirdik; teferruatların gayyasına saplandık. Bu teferruatlar, o kadar çoktur ki, onların harmanı içinde, aslî ve esaslı mevzular seçilemez olmuştur. Müslümanların inancı, asılsız rivayet, hikâye, menkıbe ve efsanelerle kuşatılmıştır. Hurafat ve İsrailiyatın bini bir para... Liderini, cemaatini, tarikatını, mezhebini, meşrebini, ırkını, toprağını, vs. dünyalıklarını kutsamak isteyenler bu mezbeleye başvurmakta; onları menba ve referans olarak kullanmaktadırlar. İslâm’ın bu kadar ucuzca ve hovardaca kullanıldığı ikinci bir devir yoktur. Müslümanların olabildiğince cahil, taklitçi ve teslimiyetçi kılındığı günümüzde, fırsatçılardan her biri, Ali Baba’nın birer “Harami”si kesilmiş, ferasetsiz yığınlar üzerinden hırsızlığın en alasını irtikâp etmektedirler.
Meseleyi cemaatler özeline indirirsek: Bu gün itibariyle, İslâmiyet’i “ibahiye” mezhebine çeviren şehvetperestlerden tut, ticaret metaına dönüştürenlere kadar; ırkçılığa alet edenlerden tut, politik malzemeye dönüştürenlere kadar; mezhepçiliğe indirgeyenlerden tut, meşrep ve ideolojilerine kurban edenlere kadar nice fırka ve hiziplerle karşı karşıyayız. İstismar ve suiistimal noktasında, dinin maruz kaldığı bu mağduriyet, tarihin hiç bir kesitinde görülmemiştir. Allah’ın, Peygamber’in, Kur’an’ın, vs. değerlerin bu denli erozyona uğratıldığı ortamda, kazananların emperyalistler olduğu açıktır. Rahmetin kalkıp gazabın nüzul ettiği bir zaman ve zeminde, “Niçin bu haldeyiz? Neden düzelmiyoruz? Niçin muvaffak olamıyoruz?” gibi serzenişlerin anlamsızlığı da ortadadır. Yapılması gereken, yalnızca asla dönmektir. Dini hurafelerden arındırmak, dünyalık ve dünyacılara alet etmemektir. Bir başka ifadeyle, dini, yalnızca Allah’a has ve münhasır kılmaktır.13
Bu konuya girmişken, Nur Talebelerine de özel bir istirhamım vardır. Lütfen, Üstad’ın özel ve mahrem risalelerini yayından kaldırınız. Mahremiyetin teşhiri caiz değildir. Kabiliyet-i makam da (konjonktür) müsait değildir. Cepheyi genişletmek istemiyorsanız, “Ebced” ve “Cifre” dair bahisleri rafa kaldırınız. Mutlaka yayınlayacaksanız, belirli şahıslarla sınırlı kalsın; umuma mal etmeyiniz. “Ata et, aslana ot vermeyiniz!” düsturunu göz ardı etmeyiniz. Külliyat genelinde, bu mevzuların yeri, yüzde bir oranındadır. Ayetü’l-Kübra, Haşir, Uhuvvet, İhlas, Tabiat, Hücumat-ı Sitte, Hikmetü’l-İstiaze, Yirmidördüncü Söz, Otuzikinci Söz ve daha nice ilim, iman ve irfan hazineleri dururken, çerez kabilinden mevzuları gündemde tutmayınız.
Dördüncüsü, iyilikte yarışmak, yardımlaşmak yerine, düşmanlıkta karar kılındı. Kendi meslek ve meşreplerinin sa’y ve revacına gayret etmesi gereken kişi ve kesimler, kendilerinden olmayanların tahrip ve imhasına odaklandılar. Fıtrat ve realiteye aykırı düşen bu durum, maruz kalınan felaketlerin asıl ve yegâne amillerindendir. Tarihçe müsellemdir ki, başkalarının kusurları üzerinden inşa edilen hiç bir hizmet ve anlayış, kemalat ve muvaffakıyet getirmemiştir. Aksine, fitne ve fesadı derinleştirmiş; iç kavgaları kızıştırmış ve nihayet harice sarf edilmesi gereken enerjiyi dâhide tükettirmiştir. İslâm ve insanlık adına mücadeleye baş koyanların yegâne düsturları, “İyilikte yarışın, yardımlaşın; düşmanlıkta değil!”13 uyarısı olmalıdır. Kendimizi aldatmayalım; habis niyetlerle halisane işler yapılmaz. Niyeti halis olanların, vasıtaları da öyle olmalıdır.
Gelelim cemaatlere: Ortada bir realite var; o da, bu profil olarak, bu günkü cemaatlerin, yukarıdaki anlatıma denk düştüğüdür. Evet, kendilerinden gayrısına haklılık, hayat hakkı ve hizmet alanı tanımayan cemaat ve tarikat yapılanmalarının ne tür felaketler doğurduğunu FETO ve DAIŞ gerçekliğinde gördük, görmekteyiz. Örgütlendikleri sivil-resmî kuruluşlarda, cemaat-tarikat taassupçuluğuyla kendi mensuplarına alan açarak mevzilenmeye çalışanların, FETO’dan ders çıkarmadıkları ayan-beyandır.
Daha önce de söyledim; cemaatler kendi haline bırakılmamalıdır. “Cemaatlerüstü” bir hakeme, bir murakıba ihtiyaç vardır. Bu hakem, aynı zamanda “cemaatlerarası” bir rol almalıdır. Bu hakem, itikatta tevhidi, fikirde istikameti, amelde ihlası esas almalıdır; buna uymayan cemaatleri, tarikatları uyarmalıdır. Cemaatleşen devlet gibi, devletleşen cemaatlerin de tehlikesine dikkat çekmelidir. “Sünnet” ve “Cemaat” çizgisini korumalı, Kur’an ve Sahih Hadisler’den ödün vermemelidir. FETO üzerinden yürütülen anti-cemaatsel yönelişlere prim vermemelidir. Her türlü mezhep ve klikleriyle Yahudi, Ermeni, Rum ve Süryanî gibi azınlıkların faaliyetlerine mukabil, cemaatlere saldıran çevrelerin, emperyalizmin değirmenine su taşıyan odaklar olduğunu bilmelidir. Anadolu gemisinde, cemaat ve tarikatların en emin ve en ehliyetli tayfalar olduğunu ortaya koymalı; bu tayfaları dışlamanın, gemiyi delmek ya da kayalıklara bindirmekle eş anlamlı olduğunu görmelidir; göstermelidir.
Bahsini ettiğim hakem, bu günkü şartlarda Diyanet Kurumu’dur. Diyanet, bu ülke halkının himmetleriyle iş yapan bir kuruluştur. Hazırdaki âlim ve aydınlarıyla yetinmemeli; bünyesine yeni beyinler transfer etmelidir. Güncel sorunları çözmek kadar, yeni ufuklar da açmalıdır. “Şura”ya dört elle sarılmalıdır. Başta gıybet olmak üzere, yalan, iftira, dedikodu gibi pest ahlakların önüne geçmeli; Kur’an, Sünnet ve hayatın gerçekleriyle mahkûm etmelidir. Cemaatleşmenin fıtrî ve ilahî yanını anlatmalı; ondaki rahmet ve inayete dikkat çekmelidir. Güneş ışığından kokuşan necasetin necisliğini ışığa değil, necasetin tabiatına(özüne) bağlamalı; FETO ve DAIŞ’in özündeki necaseti, “cemaat” kavramına sıçratmamalıdır; sıçratmak isteyenlere de “dur” demelidir.
Hâsılı; söylenecek çok şey var; ancak “arif, işaretle iktifa eder” düsturuyla, şimdilik bu dört maddeyle yetinmiş olalım. “Ne saldırgan, ne de saldırılara zemin hazırlayanlardan olalım” temennisiyle...
1 Bkz. Ahzab, 32
2 Bkz. Tevbe, 31
3 Muvatta, Kur’an: 32
4 Bkz. Hucurat, 1
5 Bkz. Furkan, 43
6 Bkz. Tabakat, c. 2, s. 266
7 age; Buharî, c. 3, s. 95
8 Bkz. Nisa, 135
9 Nisa, 135
11 Bkz. Buhârî, İman 7; Müslim, İman 71-72
12 Mektubat, s. 357
13 Bkz. Zümer, 2
14 Bkz. Maide, 2 vb.
Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.