İktidar, iktidar olarak kalabilmenin çaresini toplumda gerilimi artırmak olarak tesbit etti. İlk ağızda HDP’nin defterinin dürülmesi gerekiyordu. Ama bunun için iktidarın attığı adım, yani “sertleşme”, daha ilk andan, “karşı taraf”ça sanki sevinçle karşılandı. Hani yıllardır beklenen mutlu olay nihayet gerçekleşmiş gibi, hendekler, özerklik ilânları, silâhlı saldırılar birbirini izledi. Bunların, “Kürt siyasi hareketinin kararlarını kim verecek” sorusuyla bağlantılı olduğunu düşündük birçoğumuz. Ben böyle düşünmeye devam ediyorum. Ancak, “motivasyon” ne olursa olsun, durum iktidarın planının gerçekleşmesine yardım etti. İktidarın istemediği kadar yararlı oldu.
İktidarın Haziran sonuçlarına rağmen iktidarda kalmasına en büyük katkı böylece sağlandı. Kendi cephesinde, Haziran sonuçlarını kabul etmeyen ve yeni bir seçimi zorlayan –ve kazanan— Tayyip Erdoğan bir “siyasi sihirbaz” olarak görülüyordur. İradesini seksen milyonluk bir topluma empoze etmeyi başarması da, gerçekten, az buz beceri değil. Ama bunu teslim ederken, bu başarının ne pahasına kazanıldığını da bir an durup düşünmekte yarar var.
Hükümet, bu harekâtıyla PKK karşısında kalıcı bir başarı sağlayacak mı? Sağlayabilir. Güç dengesi, “denge”siz. Çeşitli söylentilere kulak verilir ise, PKK’nın çeşitli düzeylerde çeşitli kayıpları olduğu sonucuna varılabilir. Bu sürecin daha ileri aşamalarında çatışma sınır dışına, Irak’a da uzanabilir.
PKK karşısında bu yöntemlerle elde edilen “kazançlar”, Türkiye’nin Kürt sorununu “çözme” yolunda tuttuğu çeteleye “kayıplar” olarak geçecektir, geçiyor, geçti.
“Biz Kürtler bu toplumda adam gibi yaşayamayız, yaşatılamayız. Biz buradan ayrılmalıyız,” diye düşünen Kürtler vardı. Şu harekâttan sonra böyle düşünen Kürtler’in sayısı artacak mı, azalacak mı?
“Biz Kürtler bu Türkiye’den ayrılmalıyız. Bunun da silâhlı mücadeleden başka bir yolu yok,” diye düşünen Kürtler vardı. Şimdi, bu yeni durumda, böyle düşünen Kürtler’in sayısı artacak mı, azalacak mı?
Bu iki sorunun da cevabının “artacak” olduğundan fazla bir şüphem yok.
Bunca ay, yıl, “Barış Süreci” falan dedikten sonra buraya gelinmiş olması, herhangi bir barış imkânını iyiden iyiye zora koştu.
Geçen akşam Tarık Çelenk’in televizyonda verdiği bir bilgi vardı: bazı Kürtler Türkiye’den iyice soğuduklarını söylemişler. “Niye? Asker geldi topa tuttu diye mi?” “Hayır,” demişler. “Burada bunlar yapılırken Batı’dan kimse çıkıp da ‘ne oluyor?’ demedi. Biz kiminle birlikte yaşayacağız?”
Hükümet Selâhattin Demirtaş’ın Rusya’ya gitmekle, ama aslında her yaptığıyla, her söylediğiyle “Vatana İhanet etiğini” kanıtlamaya çalışadursun, büyük gerçeklik bu sözün içinde yatıyor ve bu hükümetin bütün yaptıkları o “büyük” gerçekliği daha da büyütmeye yarıyor.
Türkiye’nin “batı”sının “doğu”da olanlara karşı bu “bigâneliği”ni yaratan hükümet değil. Bu, bunca yıldır bu topluma verilen “Türk olma” eğitiminin ve ideolojisinin sonucu. Ama hükümet, şu yaptıklarını, bunun böyle olduğu varsayımıyla, bunun böyle olacağına güvenerek yaptı.
Bundan şu kadar zaman önce, o zaman Başbakan olan Tayyip Erdoğan “Barışçı çözüm” sloganını ortaya attığında ve bunun getireceği riskler ne olursa olsun bu tavrını sürdüreceğine dair yemin kasem ettiğinde, yıllardır büyüyen bu yarayı tedavi etmenin, sağaltmanın imkânı hâlâ vardı. Erdoğan’ın bu adımıyla birden bire ulaşabilir, elle tutulabilir bir hedef haline de gelmişti. Ama bunu telaffuz etmek, ettikten sonra da bunu gerçekleştirmek için yapılması gereken şeyleri yapmamak, bir güven boşluğu yaratmıştı. Geldiğimiz bu noktada “güven boşluğu” falan değil, tıka basa dolu bir güvensizlik ambarı var.
İktidarda kalmayı başarma mucizesinin hamurunda bu sorun var.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.