PKK’nin “devrimci halk savaşı stratejisi” uyarınca yükselttiği silahlı mücadele ve “son terörist ortadan kaldırılana kadar operasyonlara devam” anlayışının neden olduğu çatışma ve kaos ortamından aniden “barışa en yakın olduğumuz bir dönem”e geçtik. Bildiğimiz kadarıyla ne AK Parti Hükümeti’nin, ne Öcalan’ın başına taş düştü ne de elinde sihirli değnek olan birisi ortaya çıkıp bir darbe ile ortamı yumuşattı. Peki o halde ne oldu da hemen hergün birkaç asker ve gerillanın hayatını yitirdiği bir ortamdan, barış umutlarının tavan yaptığı bir ortama geçtik?
Elbette daha önce de barış umutlarının yeşerdiği dönemler oldu. Yani bugün yaşadığımız bir ilk değil. Ama bu seferki öncekilerden farklı görünüyor. Kürd ve Türk toplumunun değişik kesimlerinde, bu kez çatışmaların sona ereceğine, barışın sağlanacağına inananların sayısı bir hayli yüksek.
Kamuoyunda “yeni İmralı Süreci”, MİT-İmralı görüşmeleri” ve benzeri şekillerde adlandırılan sürece ilişkin çok şeyler yazıldı, söylendi; yazılıyor, söyleniyor. Kanımca bu da doğal. Çünkü MİT-İmralı görüşmeleri Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da siyaseti etkileyecek bir öneme sahip. Bu nedenle hamesetten uzak bir biçimde, spekülayonlara, yaşanan dezinformasyon operasyonlara kulak asmadan değerlendirmeyi hak ediyor.
İmralı sürecini Ortadoğu’da yaşanan son gelişmelerden bağımsız ele almak eksik kalır, bizi doğru sonuçlara götürmez. Bu nedenle tekrar da olsa, kısa ve öz olarak bölgeyi etkisi altına alan değişim sürecine ve şu ana kadar ortaya çıkan sonuçlarına bakmalıyız.
Ortadoğu’daki siyasal değişimlerin motoru bölge halklarının diktatörlük rejimlerine karşı yürüttükleri özgürlük ve demokrasi mücadelesidir. Bölgenin kaderi bu mücadele tarafından belirlenecektir. Bunun yanısıra Şii ve Sünni cephelerin söz sahibi olmak amacıyla giriştikleri hakimiyet kavgasının seyri ve sonuçları da, bölgenin geleceğini belirleyen önemli faktörlerden birisidir. Kökleri İslamiyet’in ilk dönemlerine kadar uzanan bu mücadelede, Şii cephesini İran, Maliki Irak’ı, Suriye ve Lübnan Hizbullah’ı oluştururken Sünni cephesi, Türkiye, Katar, Suudi Arabistan, BAE’den oluşuyor.
Her iki cephede yer alan ülkeler tek renk ve tek ses değiller. Farklı çıkarlara, belli konularda farklı görüş ve tavırlara sahipler. Ayrıca cephelerin bölgeye yönelik değişik çıkarlara sahip olan farklı uluslararası destekleri de var.
Her iki cephenin ortak noktalarından birisi bölgedeki siyasal sınırların değişmesine karşı olmaları, bölgesel statüde köklü değişiklik istememeleri. Ama şahid olduğumuz gibi olaylar onların istediği doğrultuda gelişmiyor. Değişim süreci şu ana kadar bölgedeki sınırları değiştiremese bile, siyasal statüde sarsıntılara yol açtığı, taşları yerinde oynattığı görülüyor.
İki cephe arasındaki çatışma bugün en sert biçimde Suriye’de yaşanıyor. Başta İran olmak üzere Şii cephesinde yer alan güçler ile uluslararası destekçileri BAAS diktatörlüğünün yıkılmasını geciktirmek için çaba sarfediyorlar. BAAS rejiminin çökmesinden en çok etkilenecek olan İran, ekonomik, siyasi, askeri tüm gücü ile Esad rejimini destekliyor. Dışarıdan, özellikle de Türkiye’den Suriye yönelik saldırıyı kendisine yapılmış olarak değerlendireceğini dünya aleme ilan ediyor.
İran’ın Suriye’ye desteği sadece bununla sınırlı değil. Irak’taki Şiiler üzerinde önemli bir etkiye sahip olan İran, Maliki’nin eliyle Irak’ı Suriye BAAS’ının destekçisi haline getirmeye çalışıyor. İran’ın bu tavrı, Suriye halkının demokrasi ve özgürlük mücadelesini destekleyen, Batı Kürdistan ulusal hareketinin birliğini sağlamak için önemli adımlar atan ve Kürd muhalefetini, Suriye muhalefetiyle ilişki kurmaya teşvik eden Güney Kürdistan Bölge Başkanlığı ile karşı karşıya getiriyor.
Güney Kürdistan ile Türkiye arasındaki ekonomik, sosyal ve siyasal ilişkilerin artması da İran’ı rahatsız ediyor. İran, bölgesel hakimiyet için amansız bir çatışma içinde olduğu Türkiye’nin, Güney Kürdistan’daki varlığının giderek artmasından hoşnut değil. Bu nedenle bir yandan Tükiye-Güney Kürdistan işbirliğinin gelişmesini, kendisi için daha tehlikeli bir aşamaya ulaşmasını engellemek istiyor. Bu amaçla Güney Kürdistan’ı istikrarsızlaştırmak da dahil, her şeyi yapıyor. Son dönemlerde Irak ve Güney Kürdistan’da yaşananların, Hewlêr-Bağdat gerginliğinin artmasının arkasında İran bulunuyor.
Diğer yandan İran, Türkiye’yi zayıf karnından vurmak istiyor. Bu nedenle PKK’yi, O’nun “devrimci halk savaşı stratejisini” destekliyor; bu stretejiyi hayata geçirmeye, bu amaçla saldırılarını artırmaya teşvik ediyor.
PKK ise, Şii cephesini desteklemekten henüz vazgeçmiş değil.
PKK’nin İran İslam Cumhuriyeti ve Suriye BAAS rejimi ile ilişkileri herkesin bildiği bir sır. Silahlı mücadele veren Kürdistanlı örgütlerin, sömürgeci ülke(ler) ile ilişkiler kurdukları öyle... Böylesi ilişkiler bir anlamda kaçınılmaz. Ama PKK’nin bu iki sömürgeci ülke ilişkileri, “TC’nin bu ülkeler ile olan çelişki ve çatışmalardan yararlanmak” ile izah edilecek gibi değil, daha farklı; stratejik.
Önceleri ABD emperyalizmine, İsrail ve TC sömürgeciliğine karşı, Kürdlerin, İran ve Suriye’nin oluşturduğu anti emperyalist cepheyi desteklemesini isteyen PKK, son yıllarda bu politikasına uygun olarak “Şii-Kürd ittifakını” dile getiriyor. PKK’nin geçmişte sözkonusu politikasının gereği olarak Güney Kürdistan Parlamentosu ve hükümetine yönelik düşmanca tavır ve saldırıları, Suriye ve İran Kürdistan’ındaki siyasi yapılara ilişkin bu ülkelerdeki iktidarın gönlünü hoş eden söylem ve davranışları bir yana. Murad Karayılan’ın değişik açıklamalarında İran İslam Cumhuriyeti’ne olan desteklerini ilan etmesi, her türlü görüşün tartışıldığı Türkiye’de “devrimci halk savaşı stretejisini” uygularken, hemen hergün birkaç Kürdün siyasi görüşleri nedeniyle idan edildiği İran’da mücadelenin barışçıl yürütülmesini istemesi, ülkemiz gerçeklerine uymayan sözkonusu stratejinin sonucudur. PKK-Maliki hükümeti arasındaki ilişkilerin ısınması, Ankara-Bağdat ilişkilerinin bozulmasını, Ankara-Hewlêr yakınlaşmasını takip etmesi, tesadüf olmasa gerek. 2012 yılında başta Şemzinan olmak üzere, Hakkari bölgesinde yaşanan kanlı çatışmalar özünde İran-Türkiye, bir başka ifade ile Türkiye-Şii cephesi arasındaki çatışmalardı.
PKK’nin Suriye için oluşturduğu Yurtsever Demokratik Parti’nin (PYD), başlangıçta BAAS’a karşı yürütülen mücadelede rejimin yanında yer alması da bu stratejinin gereği idi. BAAS’ın bazı Kürd yerleşim birimlerinden PYD lehine çekilmesinin nedenlerinden birisi PKK-BAAS ilişkisidir. Bir diğer neden ise, BAAS’ın PKK’nın Türkiye-Sınırı boyundaki varlığın güçlendirmek, bölgeden çekilirken “Türkiye’nin başını da belaya sokmak.”
PKK saflarında BAAS rejiminin kaybetmeye mahkum olduğunu farkedenlerin başında Abdulah Öcalan geliyor. Öcalan kendisini ziyaret eden kardeşi vasıtasıyla PYD’ye Suriye muhalefetiyle davranması çağrısında bulunmasıyla birlikte, PYD-BAAS ilişkileri sona ermese bile önemli oranda azaldı. BAAS rejiminin giderek Şam ve çevresine çekilmesi ve bu bölgelerde sıkışıp kalması sadece PKK-PYD ile olan ilişkilerini zayıflatmadı, aynı zamanda PKK-PYD’nin, Türkiye’nin Suriye’ye yönelik politakasını dikkate almasına kendisi dışındaki Kürd örgütleriyle ilişkilerine önem vermesine neden oldu. Ama aynı şeyleri İran-PKK ilişkileri için söylemek mümkün değil.
Türkiye ise, Suriye’deki politikasının başarıya ulaşması, İran ile giriştiği hakimiyet kavgasından galip çıkması ve bölgede kendisine biçtiği rolü oynaması için, “zayıf karnını” güçlendirmeyi, en azından çatışmaların sona ermesini, silahların susmasını istiyor.
Özcesi, “İmralı süreci”ni değerlendirirken Şii ve Sunni cepheleri arasında, bölgesel hakimiyet kurmayı amaçlayan mücadele ve bu mücadelede yer alan güçlerin politikaları, ilişki ve çelişkileri dikkate alınmalıdır.
Nedenleri, görüşen tarafların niyeti ve süreçten beklentileri ne olursa olsun, İmralı-MİT diyaloğu desteklenmeyi hak ediyor.
Sürece ilişkin olarak kamuoyunda büyük bir bilgi kirliliği yaşanıyor. Ortalıkta doğru, yanlış bir hayli “istihbarati” haber dolaşıyor, spekülasyonlar yapılıyor. Bu ortamda doğru olan, akıntıya kapılmamak, spekülasyonlara kulak kabartma yerine, doğrular dile getirmek ve kararlı bir duruş sergilemektir.
Önümüzdeki dönemde Kürd sorununun diyalog ve barışçıl çözümününde israrlı olmak; beklentilerimizi karşılayıp karşılamayacağına bakmadan, başlayan süreci desteklemek önemlidir.
Bunun kadar önemli olan bir başka husus da MİT-İmralı diyaloğunun mümkün olduğu kadarıyla şeffaf ve kamuoyunun denetimine açık bir biçimde yürütülmesidir. Bu nedenle demokrat, barışsever güçlerle sivil toplum kuruluşları harekete geçmeli, el ele vermelidirler.
Sözkonusu diyaloğun sorunun çözümü değil, çözümü doğrultusunda atılmış önemli bir adım olduğunu unutmamak, sürecin geleceği ve başarısı açısından önemlidir. Yeni süreç sonucunda silahların susması ve bazı reformların yapılmasını bir kazanımdır. Bu nedenle tarafları bu doğrultuda teşvik etmek, attıkları adımları desteklemek, önemli bir görev olarak önümüzde duruyor.
MİT-İmralı diyaloğunun başlamasında rol oynayan bölgesel etkenler, ilişki ve çelişkiler, aynı zamanda sürecin en zayıf noktalarından birisini oluşturuyor. Bu nedenle taraflar sürece dıştan yapılacak müdahalelere karşı duyarlı olmalı, güven artırıcı adımlar atmalıdırlar. Bunun yanısıra povokasyonlara mahal vermemek için diyaloğ sürecine uygun ve geliştirici bir dil ve üslup tutturmak, sürecin başarısı için olmazsa olmazlardandır.
Hiç kuşku yok diyaloğ sürecinin başarısı, silahların susmasına bağlıdır. Silahların susması, çatışmaların sona ermesini sadece PKK’den beklemek haksızlık olur. PKK’nin ilk elden kayıtsız şartsız ve süresiz ateş kes ilan etmesi kadar, devletin de askeri operasyonlara son vermesi, gerillaların sağ salim Güney Kürdistan’daki üslerine geri çekilmesinin şartlarını oluşturması lazım.
MİT-İmrali diyaloğuna ilişkin konuşurken, yazarken sık sık gerillaların Güney Kürdistan’a çekilmesine vurgu yapılıyor. Özellikle AK Parti hükümeti, bu bağlamda Kandil’den, “Kuzey Irak”tan sanki arka bahçesiymiş gibi bahsediyor. Oysa Kuzey Irak’da siyasi bir yapı, egemenlik hakları Irak Anayasası tarafından güvence altına alınmış bir federasyon var. Ve Güney Kürdistan Siyasi Önderliği, Kürd sorununun barışçıl çözümüne katkı yapmaya hazır olduğunu her fırsatta yineledi. Kuşkusuz, bu sefer de gerillalara kucak açacaktır.
Ama unutulmamalıdır ki Güney Kürdistan Patagonya değil. Bu nedenle gerillaların geri çekilmesi ve Güney’de kalması için Kürdistan Bölge Başkanlığı’nın onayını almak şart. Bir başka ifade ile Kürdistan Bölgesi’nin sürece dahil edilmesi, sürecin geleceği için zorunludur. Sürece katılması halinde, Kürdistan Bölgesi sadece gerillaların Türkiye’yi terketmesinde değil, başta karşılıklı güvenin sağlanması olmak üzere diğer alanlarda da katkı sunar, olumlu bir rol oynar. Çünkü Kürdistan Bölgesinin tercihi, çatışmaların olmadığı, Kürd sorununu asgari düzeyde çözmüş bir Türkiyedir.
Böylesi bir Türkiye’nin Güney Kürdistan ile kuracağı karşılıklı çıkarlara dayalı dostluk ilişkisi, Ortadoğu’daki değişim sürecini tetikler, barış, huzur ve istikrarın güvencelerinden birisi haline gelir.
Deng Degisi: sayı 90
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.