Rejim “tek-partili”yken MİT’in işleri kolaydı; “çok-partili” olunca güçleşti. Ama, asıl, 1960 darbesinden sonra güçleşti. Darbeyle gidenler yeni parti kurup iktidara gelmişti; birinci darbeye doyamamış olanlar bir yenisine zemin hazırlamaya çalışıyordu; üstüne üstlük, “sosyalizm” diye bir şey çıkmış, bu kargaşalıkta herkesin çekiştirdiği bir yeni araç haline gelmişti. Bunlar böyle olunca, MİT de, eskisi gibi “bir tane MİT” olmaktan çıktı. Çünkü iktidara gelen kendi MİT’ini kuruyordu. MİT tabii ağırlıkla Kemalist bir örgüttü, ama içinde, örneğin, Cevdet Sunay’a bağlı bir MİT, onun yanında, Faruk Gürler’e bağlı bir MİT, derken AP’yi veya CHP’yi tutan MİT’ler... Böyle gidiyordu.
Ülkede sürüp giden çatışma, çaresiz biçimde, bu örgütün içine yansımıştı, olduğu gibi. İşte, “çok-partili” dedikleri o saçma rejimin açmazı. “Memleket” dedin mi, bir yanda “devlet” olur, bir yanda “reaya” –adına isterseniz “vatandaş”, “yurttaş” da diyebilirsiniz. Fikir tektir, uygulayacak örgüt tektir. “Demokratik tartışma” vardır tabii: “Bu yasağı salı günü mü getirelim, çarşamba günü mü?” “Ata’nın büstünü sağdaki kapıdan mı içeri alalım soldaki kapıdan mı?” Bunları istediğiniz gibi tartışırsınız, serbestiyet vardır.
Ama “çok-parti” deyince her şey birbirine girer. MİT’in içinde bile “birlik, beraberlik” kalmaz.
Bu ülkede siyaset hep kahredici, hep çok sert olmuştur. Ama araya darbe, idam, böyle şeyler girince vahşet artmıştır. Herkes, kendi bastığı yeri sağlama alma çabasındadır. MİT gibi güçlü bir örgüt varsa, ona egemen olmak için herkes birbirini parçalayacaktır.
Yetmişlerde İçişleri Bakanlığı yapmış bir tanıdığım anlatıyordu: “Falan yerde bir MİT bürosu tesbit ediyorum. Ne yaptıkları belli değil. ‘Gelin bir anlatın, görüşelim’ diyorum. Ertesi gün büroyu kapatıp gidiyorlar, bir daha bulamıyorum. Bari hiç üstlerine varmayayım, daha beter oluyor, dedim.”
12 Mart’ta, “Kontrgerilla”da biz de bu durumda karşılaşmıştık. İlk hücreye konduğunda, emekli albay Eyüp olduğunu söyledikleri kişi “korkutma konuşması”nı yapmaya geldi. “Senin babandan da nefret ederim,” dedi. “Zaten bu memlekete bütün kötülükleri Menderes yapmadı mı?” Birkaç gün sonra General Memduh Ünlütürk geldi. “Babanın yazılarını okurduk. Takdir ederdik,” dedi.
Bir subay arkadaşımızı iyice hırpalamışlar işkencede, “cuntacılar” örgütlenmesini anlatsın diye. “Kendi örgütümüz değil, ayıp olur” diye dayanmış, anlatmamış. Muamelenin sonunda yeniden odasına getirmişler, gözü bağlı, işkencecilerden biri kulağına fıslamış, “İyi ettin, söylemedin,” diye.
“MİT’in Kanatları” diye bir yığın fıkra türemişti o günlerde. Ama bir yandan öyle fazla MİT lafı da geçmez olmuştu. “Resmî” ağızla konuşulunca “Kontr-Gerilla” deniyordu. Ama “serbest atış” düzenine geçince herkes gene “MİT” diyordu. Cuntacılıktan yargılananlar, bu “Kontr-Gerilla” denen şeyin MİT’ten ibaret olmadığını, MİT’in “gerici”leriyle AP’nin sokmuş olduklarının karması olduğunu söylüyorlardı. Bu işlerle asıl içli dışlı olanlar onlar olduğuna göre, biz de, “Herhalde doğrudur” diyorduk.
Bir açıdan bakınca, Faruk Gürler’le Faik Türün arasındaki fark ne, anlaması zor görünüyordu ama, onların durduğu yerden bakınca, aralarının, Sovyetler Birliği’yle Çin’in arasından iyi olmadığı anlaşılıyordu.
12 Eylül’ü izleyen dönemde, özellikle de saygıdeğer devletimizin legaliteyi rafa kaldırdığı, Tansu Çiller’in kutlu iktidar günlerinde, MİT’in adını duymaz olduk. 12 Mart’ta “Kontr-Gerilla” adının yayılması gibi, şimdi de “JİTEM” diye bir söz dolaşıyordu. Ama o zamandan beri ortalığa saçılan kırık dökük şeylerden, böyle bir örgütün sahiden kurulduğu izlenimi çıkıyor. Yani herhalde MİT’i kamufle etmek için uydurulmuş bir şey değil. TSK’nın, kendi mutlak denetiminde olmayan hiçbir şeye güven duymamasının sonucu olarak, yalnız o bünye içinden kurulmuş bir örgüt de olabilir. Ama böyleyse, bunun bir sonucu MİT’in o dönemdeki bir yığın kirli işin, hiç değilse doğrudan içinde bulunmaması oldu.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.