İslami kesimin bir bütün olarak iyi sınav vermediği bir dönemden geçiyoruz. Cumhuriyet’in başından bu yana ilk kez iktidar olanaklarını önünde bulan, kamusal alanı belirleme ve şekillendirme gücüne kavuşan bu kesim, henüz kendi içinde ‘kurumsal konuşma’ yeteneklerine sahip olmadığını ortaya koydu.
Laik cemaatle, devletle, askerle nasıl yaşanacağını bilen Türkiye’nin dindarları, bu unsurların siyaseten zayıflayıp çepere çekildiği bir ortamda kamusal alanı birlikte inşa etmeyi beceremediler. İktidarın paylaşılamayan bir alan haline gelmesiyle birlikte alanın güçlü iki aktörü AKP ve Hizmet Hareketi birbirlerini tehdit olarak algılamaya başladılar. Ortak düşmanın varlığında üretilen dayanışma halinin kof olduğu, kerhen sürdürüldüğü, geçici ve elverişli bir kullanma mantığını yansıttığı anlaşıldı. Söz konusu dayanışma döneminde birbirini tanıma imkânı aynı zamanda birbirinin açığını da bilmeyi mümkün kılarken, her iki taraf da diğerinin güçlü ve zayıf noktalarını tartıp bir kenara yazma imkânı elde etmişti. Karşılıklı tehdit algısı, içinde yeterince ‘mühimmat’ barındıran eski defterlerin açılmasına neden oldu ve bir anda dizginlenmesi mümkün gözükmeyen, zaten belki de durması istenmeyen bir çatışma, giderek ahlaki sınırların altına inilen bir dövüş ortamına gelindi.
Bugün iki ay öncesine göre daha şeffaf bir manzara ile karşı karşıyayız. Tarafların birbirine yönelttiği hamlelerin adı konabiliyor. Kullanılan argümanların ve ortalığa saçılan bilginin bu dövüşün genel çerçevesi içinde anlam kazandığı konusunda toplumun geniş bir kesiminde görüş birliği var. Her iki tarafın medyası durumu az veya çok kendine yontma gayreti gösterse de, meselenin asıl muhatabı olan İslami kesimde olay epeyce net: Bu geçmişi olan ve geleceğe de uzanma potansiyeli taşıyan bir ‘iktidar’ savaşı. Sözü edilen sadece yargıya veya yürütmeye hakim olmayı ya da o alanlardaki imkânları kullanmayı ima eden, siyasi yönüyle öne çıkan bir ‘iktidar’ değil. Bunu aşan bir şekilde, toplumsal olana uzanan, dindar alemin müstakbel kodlarının belirleyiciliğine talip olan, yeni nesilleri şekillendirecek bağlılık normlarını üretmek isteyen, iktisadi gelişmenin yaratacağı imkânları kanalize etmeyi hedefleyen bir ‘iktidar’. Bu nedenle her iki taraf da topluma ve özellikle dindar kesime bakarken onu ‘total’ bir biçimde algılamaktan ve kendi kuşatması altına alamadığı kısımları hasımlaştırmaktan kurtulamıyor.
Eğer yaşadığımız dönemin bir tür otoriterleşme olduğu düşünülüyorsa, bunun zemininde söz konusu ‘uzlaşmayan’ rekabetin yattığını görmek lazım. Bu durum hükümetin kamusal alanı denetlemeye yönelik girişimlerini masum kılmıyor. Ama işlevsel kılıyor… Otoriterliği tarafların ‘karakter’ niteliklerine bir gönderme olarak aldığımız takdirde yaşanan olayları anlamak mümkün olmaz. Çünkü Türkiye’nin son on küsur yılı her iki aktörün de özgürleştirici bir misyonu kendi kodlarına uygun hale getirerek benimsediğini ortaya koyan örnekler içeriyor. Öte yandan aynı dönem yine her iki aktörün beka tehlikesi sezdiği noktada nasıl hırçınlaşabileceğini ve acilci bir tavra kayabileceğini de gösteriyor. Nitekim 17 ve 25 Aralık soruşturmalarını yürüten savcıların adli mekanizmayı ‘by-pass’ etmeleri ile son çıkan internet düzenlemesi bunun açık örnekleri.
Meselenin temelinde İslami kesimin kendisini kamusal alanın asli sahibi olarak gördüğü yüzyılların ardından Cumhuriyet’le gelen dışlanma karşısında içe kapanması ve AKP dönemi ile birlikte bir anda öngörülmeyen bir hareket alanı ile karşılaşması yatıyor. Bu durumun üç sonucu var… Birinci olarak İslami kesimin genelinde ama AKP ile Hizmet Hareketi’nde daha da kurumsallaşmış olan bir genişleme ‘iştahı’ mevcut. Sanki her şeyin bir an önce başarılması ve geri dönüşü olmayan bir çizgiye ulaşılması ihtiyacı içinde davranılıyor. İkincisi, bununla bağlantılı olarak her iki taraf da kendisine sınır koymayı bilmiyor. Bunca yıl başkaları tarafından sınırlandırılmış olmanın ürettiği siyasi/toplumsal hafıza, şimdi söz konusu sınırlandırılma olmadığında bizzat kendine sınır çizmek gerektiğini kavramakta zorlanıyor. Üçüncü olarak bu sınırlanmadan ilerleyen genişleme iştahı, siyasetle toplumsal olan arasına her ikisini de göreceli özerkliğe kavuşturacak bir mesafe koymayı beceremiyor ve hatta istemiyor, çünkü bunun karşı tarafa alan bırakabileceği korkusunu taşıyor. Dolayısıyla her fırsatta bu mesafenin hızla aşılmasına yönelik bir tutum izleniyor.
Kısacası Hizmet Hareketi siyasileşmeyi, AKP ise cemaatleşmeyi beka sorununun parçası ve ‘nihai’ çözümün aracı olarak görüyor. Buradan da tabii ki demokrasi çıkmıyor…
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.