Barış Süreci’ni dinamitleyen, Güneydoğu’da Kürtlerin siyasi temsilcilerini ellerine plastik kelepçe takıp sıraya dizen Gülencilerdi. Kazınıp atılan Gülencilerden doğan boşluğu polis teşkilatımızdaki bu defa Menzilcilerle dolduruyormuş devletimiz. Hani “benim oğlum bina okur, döner döner baştan okur” diye bir söz vardır, durum bana çağrıştırdı.
Aynı Gülenciler, devletin yapmadığı işi yapıp Irak Kürdistanı’na 1994’te gitmişti. Orada okullar, hastaneler kurdular. Benim gibi “alnı secde görmemiş” bir orta düzeyli bürokratın 2010 Mart ayında Türkiye’nin ilk başkonsolosu olarak atandığı Erbil’e giderken bakanından aldığı daimi talimat “Türk okullarına sahip çıkmak”tı.
Tabii benim gibilerin ne daha sonra Ankara’da başlayan AKP-FETÖ iktidar mücadelesinden ne FETÖ’nün TSK’daki planlarından haberdar olmamız mümkün değildi. Gördüğümüz o arada Gülen’le iltisaklı oldukları rivayet edilen isimlerin kadrolaşmada ve bakanın çevresindeki kalem müdürlüğü, müşavirlik gibi konumlarda köşe taşlarını tutmaya başladıkları, kariyerlerinde de roket gibi yükselişe geçtikleriydi.
Bizim gibilerin aldıkları talimatı uygularken, deyim yerindeyse, ne İsa’ya ne Musa’ya yaranmaları da mümkün değildi. Örnekse sık sık Erbil’e bakan ziyareti olurdu. Gülenciler neredeyse Ankara’dan devreye girip ziyaret programını kendileri organize etmeye ve konuk bakanın yine neredeyse yarım gününü Gülen Okulları’ndan birinde geçirmesini temine uğraşırlardı. Siz “devletin resmi temsilcisi” sıfatınızla usturuplu biçimde de olsa işe el koyduğunuzda ise diş gıcırdatan bir düşmanlıkla karşılaşırdınız.
Buna karşılık, her bakanın programına eğer Gülen Okulu ziyareti varsa (ki hep olurdu) mutlaka koydurduğum Bilkentçiler de Ankara’daki kendi Türkmen lobileri üzerinden bana “Kürtçü” olduğum gerekçesiyle taş koymaya çalışmaktan geri durmadı. Resmi bölgesel başkanlık külliyesinde konuşlu TSK irtibat subayı albaylar da önce benim onlara nezaket ziyaretinde bulunmam gerektiği yaklaşımıyla başkonsolosluğu ziyaret etmedi, hatta yok saydı. O dönem, Başbakan Erdoğan’ın konuşmalarında kullandığı ifadeleri kendi girişimlerime dayanak yaparak vaziyeti idare ederdim.
Ankara’nın haberdar olmadığı bir başka husus Barzani ailesinin bir aşiret reisliğinden önce yedi aşiretin bir tür federasyonunu sağlamış bir dini liderlik kurumu olduğuydu. 19’uncu yüzyıl ortalarında Şeyh Mevlana Halit’ten halifelik alan Şeyh Abdüsselam Kürtler arasında güçlü olan Kadirilik yerine, Nakşibendiliğin daha savaşkan Halidiye yorumunu bir seçenek olarak yerleştirmeyi başarmıştı. Örnekse, “Kafkas Kartalı” olarak ulusal folklorumuzda selamlanan Ruslara direnişiyle ünlenen Çerkes Şeyh Şamil de Abdüsselam Barzani gibi Mevlana Halit’in halifelerinden.
Abdüsselam’ın Barzan mıntıkasında dağ keçilerinin avını durdurması, ağaç kesmeyi yasaklaması, bugün hala terk edilmiş vaziyette korunan Yahudi köylerine kol kanat germesi, yaşlı erkeklerin genç gelinlerle evlenmesini engellemesi, iki genç birbirlerini sevdiyse evliliklerine mani olunmaması gibi hâlâ uygulanan emirleri bizde pek bilinmez. Barzan’dan bahsederken, zannederim Molla Mustafa’nın kabrini ziyaret edip resmi defteri imzalayan ilk Türk yetkili de ben oldum. Gayet mütevazı kabirde IKB Başkanı Mesut Barzani’nin babası Molla Mustafa, Başbakan Neçirvan Barzani’nin babası oğlu İdris’le birlikte yatıyor.
Ayrıca biteviye Kürtlerin dindarlığından söz edilir. Ama Erbil’de Cuma günleri dahi camiler dolmaz. Dönemin Dışişleri Bakanı Davutoğlu bir Ramazan ayında Erbil’i ziyaretinde Neçirvan Barzani başkanlığındaki ev sahibi heyette kimsenin oruç tutmadığını, onunla namaza gelmeye de niyetli olmadıklarını görünce neredeyse dehşete düşmüştü. Şaşkınlıkla “Mesut Bey de mi oruç tutmuyor” diye sorunca, “tek o hepimiz adına tutuyor” yanıtını almıştı. Evet kuşkusuz Kürtler dindar Müslümanlardır ama İslam’ı yaşayışları kendilerine göredir. Bu durumda şaşılacak bir şey olmadığı gibi ne bölgesel siyasetin ne Kürt siyasetinin ümmetçilik yahut İslam üzerinden yürütülmesi akılcı değildir.
İşin bir de benim boyumu kat be kat aşan sosyolojik boyutu var. Acaba gençler, dindar gençler, dindar Kürt gençleri, dışlanmış fırsatlardan eşit biçimde yararlanamayan Kürt gençleri, Menzil ve benzeri tarikatlara devşirilmeye çalışıldığında buralarda gördüklerinden hayal kırıklığına uğramazlar mı? Uğrarlarsa selefi akımların bu tür tarikatları çok rahat boy hedefine oturtan temsilcilerince bu defa devletin kendince amaçladığının tam aksine nihilist birer ölüm makinasına dönüştürülmezler mi? Var mıdır bu konuda Ankara’daki masalara konulmuş ciddi içerikli araştırma, rapor, belge?
Son olarak diyeceğim, Gülencilerle iktidarın işbirliği nasıl kimin kimi kullandığı konusunda bir kavgaya dönüşüp, 250 şehit verdiğimiz menfur bir darbe girişimiyle nihayet infilak ettiyse, şimdiki türlü tehlikeli yakınlaşmaların da hayra vesile olması beklenemez. İktidar mücadelesi olur. Ama memurla hükümet arasında olmaz. Tarikatla, devlet arasında olmaz. Hele çağdaş bir devlet bürokrasisiz olamayacağı gibi, tarikatlara hele hele güvenlik gibi şiddet tekeline dair bir temel resmi hizmet ihale edilerek hiç olmaz.
*Okurlara din ve devlet konularında Ayşe Çavdar, Şükrü Hanioğlu ve Tayfun Atay’ın yazıları ile Fulya Atacan’ın kitaplarını acizane öneririm. (Duvar)
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.