Çocukken belki de her çocuk gibi ben de ölümü düşünürdüm. Dünyayı, ışığıyla bir gonca gibi açan günün toparlanıp gittiği vakitlerde akla gelen bir ölümdü bu. Ölümün kardeşi olan uyku, gurub etmiş güne geçici bir vedaa insanı davet ederken daha büyük bir vedaı da hatıra getiriyordu: Uyuyup uyanamamak nasıl bir şey olurdu acaba? Ölümü düşünmek için yaşım küçük sayılırdı. Fakat bir çocuk ölümüne komşu olmuştum. Çocuk ve Allah arasındaki bağın gölgesi çocuğun ölüme dair soruları boyunca düşüyordu hatıra, hayata. Sahi, çocuklar ölünce nereye giderdi? Beklemesiz cennete. Demek cennetin yolu da ölümden geçiyordu. Cennete gitmeyi hangi çocuk istemezdi ki!
Ben de cennete gitmek istiyordum. Zembilfroş burcuna konan Legleg’lerin ayaklarından tutunup uçabilmeyi az hayal etmemiştim. Cennet güzeldi ama ölüm insanı korkutuyordu sanki. Peki, yokolmak? O çok kötüydü. Ama ölüm hiçbir zaman yokluk olmadı çocukluğumun anavatanında. Ölümün kendisinden çok ayrılık ürkütüyordu insanı. Sahip olduğum çok az şey varken, çocuk aklıma dünyada kaybedeceklerim gelirdi. Ve kabul edilemez gelen ayrılıklardan birisi de sabahları kahvaltıda çayın yanında ekmeği bandırarak yediğimiz mentoxe idi. Bir çeşit, yağda kızartılmış undu mentoxe. Çaysız olamayan bir kahvaltıda tendur ekmeğinin çoğu kez tek katığıydı bizim evde. Mentoxenin damağımda bıraktığı tat, anadilin dilde bıraktığı tat ile aynıydı. Ondan gurbet çok ağır bir şey olmalıydı. Mentoxenin hatırına ölümü istemezdim.
İnsanın çocukluğunda hakikatle olan direk ilişkisi, yetişkinlikte yerini gaflete terkediyor. En çok da ölümü kendine uzak görmede. Mentoxenin tadında kayboluyoruz. Mentoxeyi o kadar değerli kılan masum açlık yerini tevazuu olmayan hayallere, doymaz kalıcılık iştahlarına terkediyor. İnsan belki unutuyor ama lâyemut değildir. İnsan hayat diye dünyaya saplandıkça, kaçınılmaz olan yolculuk sanki kendine ihanet gibi geliyor. Ne var ki, insan hep bir yolcudur. Lâyemut olmayan bir yolcu. O terketmese, zaten dünya onu terkedecektir.
O hâlde diyebiliriz ki ölümün uzağına düşen hiçbir hayat, hakkı verilerek yaşanmamıştır. Dünyanın fenasını göremeyen hiçbir göz de dünyadaki eşya kalabalığının arbedesinde tartaklanmadan yolunu bulamamıştır. Ölüm insanın en kendi gerçeğidir. Mezarlıklarını şehirdışına taşıyan şehirler gibi, ölümü kendi gözüne görünmezleştiren hayatlar da insanın kendi gerçeği ile yüzleşme zaruretine ihanet etmiştir. Oysa insan ölümlüdür. İnsanın ölümü aslında gecikmiş bir ölümdür. Öyle bir hayat yaşamalı ki insan, ölüm geldiğinde alacak bir şey bulamasın. Belki de insanın kendisinden gözünü hiç ayırmaması gereken ufuktaki hakikat ölüm olmalıdır. Elbette bazı lezzetleri acılaştıracaktır, “hadim-ül lezzat”tir.
Gerçekten de bir gün öleceğini düşünmeli insan. Belki de bugün. Zira, ölüm değdiği hayatın fazlalıklarını alır, onu hafifletir. Hayatı zayiatsız yaşamanın ilacı ölüm gerçeği karşısında dürüst olabilmektir. Ölümlülerin hayatı ölebilir bir hayattır. Onların özgürlüğü ölmeden ölebilmektedir.
Arada bir ölümü ve bu dünya gurbetindeki konaklama yerimize evmişçesine tutunduğumuzu düşündükçe, çocukluğumdaki mentoxe tadı gelir aklıma. Yola saplanan yolcular gibiyiz.
Kabul etmeli ki ölüm mentoxe kadar gerçektir. Biri unutulan geçmişin tadı. Diğeri unutulan geleceğimizdir. Onun da tadı damaklarımızda bir yerde olmalı.
Nefis bir yemek yer gibi iştahla bağlandığımız hayatın bir yerinde saklı acı bir tattır ölüm. Onu, istisnasız “her nefis tadacaktır”.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.