Siyasetten arınmış bir duruşun mümkün olmadığı bir dönemden geçiyoruz. Etik veya ilkesel gözüken, öyle olduğu öne sürülen hiçbir yaklaşımın siyaseten ‘temiz’ olma iddiası anlamlı değil ve ayrıca gerçeği de yansıtmıyor.
Öcalan’la BDP heyeti arasında geçen konuşmaların Milliyet gazetesinde yayımlanması sonrasında, bunun kim tarafından niçin yapıldığı, siyaseten ne anlam ifade ettiği ve nasıl sonuçlar getirdiği üzerinde duruldu. Bu son derece doğal bir sorgulama, çünkü ülke tarihsel bir eşiği geçmeye çalışıyor ve müzakere süreci taraflarının tedirginlik ve duraksama göstermesinin maliyetinin kısa vadede telafi edilme imkânı yok. Böyle bakıldığında olay gerçekten de Başbakan’ın söylediği üzere ‘milli’ bir hüviyete sahip. Ancak bu millilik belirli bir etnik kimliğe gönderme yapmıyor. Aksine yüz yıllık bir tarihsel parantezin ardından ilk kez ‘milli’ kavramına çok etnisiteli ve çok kültürlü bir anlam yükleniyor. Türkiye barış süreci ve onu kuşatacak olan anayasa ile birlikte yeniden kurulacak. Bunun bir refah yükselmesi ve etkinlik alanı genişlemesi yaratacağı, ülkeyi kendi coğrafyasında liderliğe götürme potansiyeli taşıdığı ise fazlasıyla açık. Böyle bir değişime karşı çıkmanın ‘milli’ bir tarafı yok… Yeni bir vatandaşlık kavramından hareketle oluşacak olan bir ‘milliliğin’ bu topraklarda herkesin iyiliğine olduğu belli. Dolayısıyla bu uğurda risk alan, ‘baldıran zehri içmeye’ yani her türlü siyasî kayba hazır olan Başbakan’ın toplumdaki her unsurdan ‘millilik’ beklemesinin mantığını da anlayabiliyoruz. Ne var ki Başbakan’ın kendisi de muhtemelen bu beklentisinin gerçekçi olmadığını ve bu nedenle toplumsal aktörleri muhatap alan bir siyaseti sürdürmesi gerektiğini düşünüyor. Söz konusu ‘milliliğin’ gerçekçi olmamasının ana nedeni ise bunun geçmişten devralınan farklı bir ‘milliliğe’ alternatif olması ve geçmişteki ‘milliliğin’ savunucularının halen siyasette güçlü olmaları. Bu noktada artık mesele Kürtlerin haklarının verilip verilmemesi veya silahların susması değil. Esas mesele Türkiye’yi bundan böyle kimin yöneteceği… Herkes biliyor ki, Kürt sorununu çözmüş ve tarihsel eşiği geçerek demokratik bir cumhuriyetin zeminini oluşturmuş bir AKP’nin daha uzun yıllar iktidardan indirilmesi pek mümkün değil. Somut olarak bu partinin iktidarı yitirmesi durumunda bile, alternatif yine aynı cenahtan çıkacak, daha da önemlisi bugün direnen kadrolar zaman içinde yeni merkeze doğru kaymak ve ideolojik konumlarından uzaklaşmak zorunda kalacaklar.
Dolayısıyla bugün Kürt meselesinde barışın sağlanması hedefi ile AKP’nin iktidarının sağlamlaştırılması hedefi birbirini besliyor. Bunun karşısında ise AKP’nin iktidarını bitirebilmek uğruna Kürt meselesinin çözümsüz hale gelmesini isteyenler var. Öcalan ile hükümet arasındaki güven ortamı birçokları için alarm zillerinin çalmasını ifade etti. O andan itibaren barış süreci AKP’ye yönelik kavganın malzemesi haline geldi. Tutanakların sızmasında böyle bir etkinin olmadığını söylemek gerçekçi olmaz. Sızdıranlar BDP ve Kandil içinde çıtanın yüksek tutulmasını isteyen, belki Öcalan’a fazla güvenmeyen ve de AKP’yi ideolojik olarak reddeden bir kesime aitler. Ama bu sızdırmanın kime yapıldığı da anlamsız değil ve maalesef salt gazetecilik olayı olarak görülemez. Buradan hareketle söz konusu gazeteciliği kınadığım sanılmasın. Ancak bu gazeteciliği ilkesel olarak destekleme çabalarının da epeyce naif olduğunu görmekte yarar var. Çünkü gazeteciliğin topluma, tarihe veya hakikate karşı sorumlu olduğu sadece okul kitaplarında yer alan bir romantik idealizmden ibaret. Gerçekte dünyanın her yerinde gazetecilik bir etkileme gücüdür ve etkileme gücü siyasî bir anlama, işleve ve misyona sahiptir. Gazetecilik hem olaylara bakarken, hem onları seçerken hem de sunarken ideolojik ve siyasî süzgeçler kullanır ve yaptığı haberin kimin işine yarayacağının farkındadır. Nesnelliği ve ahlakı öne çıkaran saygın bir gazeteciliğin henüz Türkiye’de oluşmadığını ve geçmişte de olmadığını söylemek zorundayız.
O nedenle Başbakan’ın Milliyet’in patronunu arayıp şikâyetçi olmasını kınayabiliriz ama bunu basın özgürlüğünün ardına sığınarak eleştirmek sadece kendimizi kandırmak olur. Başbakan siyaset yapıyor ve medya siyasî aktör işlevini öne çıkardığı sürece de bu siyaseti sürdürecek. Sorun medyanın siyaset ve ‘iş’ yapma hevesinin özgürlük kaybını ima eden bir bedelinin olmasında ve bunu düzeltecek olan da siyasetçi değil. Basının sahipleri fikren özgür değilken basının özgür olması da mümkün olmuyor…
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.