“Barışçı Çözüm” sürecinde, inşallah olmaz ya, bir tıkanıklık olursa, bunda ezeli huyumuz olan “maksimalizm”in payı olması ihtimali bir hayli yüksektir.
İki tarafta da “keskin”ler var. İki tarafta da, şimdiden, “Ne verdin, ne aldın?” soruşturmaları başladı. Bu soru sorulduğu anda, arkasının nasıl geleceği de belli. “Alınan”ı az, “verilen”i çok bulmak üzere soruluyor soru. Bunun yan terminolojisi de hazır; örneğin, “müzakere” denmeyecek, “pazarlık” denecek; “anlaşma” denmeyecek, “taviz” denecek vb.
Ve istenenler karşısında elde edilenlerin çok az kaldığı sonucuna varılacak. “Bu kadarcık şey için değmezdi” denecek; bunun anlamı da açık: “silâhlara veda”ya veda! Savaşa devam!
Dediğim gibi, bu düşünce tarzı iki tarafta da var. Politizasyon derecesi yükseldikçe, maksimalizm payı da yükseliyor genellikle.
Çünkü aslında soruları görüşerek, konuşarak çözme geleneği burada kurulmamış. “Burada” dereken genel olarak Ortadoğu ya da Doğu’yu kastediyorum; ama özel olarak Türkiye’yi kastediyorum. Çünkü burada yüzyıllarca hüküm sürmüş bir imparatorluk var; dolayısıyla “emperyal” alışkanlıklar var.
“Emperyal” düzenin yarattığı siyasî gelenek ve siyasî kültür “güç” temeli üstüne kurulur. “Şunları talep ediyorum. Bunlar yapılacak” der. İsteklerini tebliğ edersin. Bunları sıralarken, “maksimalizm mi yapıyorum acaba? diye düşünmen gerekmez. Başka türlüsünü yapman zaten düşünülmez. “Tebligatı” alan senin dediğini yapmıyorsa, ordunu toplar, üstüne yürürsün. Bütün bu süreç, ondan daha güçlü olma olgusuna dayandığına göre, savaşta onu yener, dizüstü çökertirsin. Ve başta talep ettiklerini bu sefer döve döve gerçekleştirirsin.
Osmanlı uzun zaman bunları yapabilecek güce sahip oldu. Birçok maddî çıkarın yanısıra, bu “manevî yücelik” konumuna hep önem verdi. Avusturya İmparatoru da sonuçta bir “İmparator”du; ama imzalanan barış anlaşmasına onun Sadrazam’la eşit olduğu maddesini yazdırabilmek, başka birçok maddî kazançtan daha önemli ve değerli sayılıyordu.
Dolayısıyla bu “emperyal” siyasî kültürde “konuşma”, “görüşme” gibi kavramların derin anlamı budur. Konuşmanın, “tebliğ”den öte bir anlamı pek yoktur. “Görüşme”nin görüşülen kişiyi mutlu etmek gibi bir amacı yoktur. Onun mutsuz kalacağı baştan bellidir.
Zamanımızda, böyle emperyal güçler kalmadı. Bu anlayış da aşındı, dolaşımdan kalktı. Örneğin Almanya, iki dünya savaşına yol açtı, ikisinde de yenildi. Birinci Dünya Savaşı’nın ertesinde Almanya’ya uygulanan muamele ile İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki tutum arasında gözlemlenen fark, bu dediğim sürecin örneği. Birinci’den sonra Almanya cezalandırılırken, İkinci’den (üstelik öncekine kıyasla Almanya’nın suçluluk oranı çok daha fazla) sonra ise neredeyse “rehabilite” edildi. Sonuç, bugünkü Almanya.
Bugün siyaset eski “askerî” üslûbundan sıyrılıyor, uzaklaşıyor. “Görüşme”, “müzakere” denince, bir tarafın iradesini öbür tarafa empoze etmesi anlaşılmıyor; iki tarafı da mümkün olduğu ölçüde mutlu edecek bir “makuliyet” temelinde varılan uzlaşma anlaşılıyor. “İki tarafı da mümkün olduğu ölçüde mutlu edecek” sözüne bir de öbür tarafından bakacak olursanız, bunu “iki tarafı da mutlu etmeyen” diye okuyabilirsiniz. Öyle okursanız haklı olursunuz, çünkü bir tarafı mutlu, öbür tarafı mutsuz eden anlaşmalara “anlaşma” demiyoruz artık. “İlk fırsatta yeniden patlayacak anlaşmazlık” diyebilirsiniz.
“Barışçı Çözüm” muhalifleri, süreci baltalamak için, yarı-politize kitlelerin bu “maksimalist” alışkanlığının üstüne gidecekler. Bunu yapmaya şimdiden başladılar.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.