Ankara’da küçük bir grubumuz var. Hiçbir iddiası olmayan bir grup. Birilerine birşeyler söyleme çabası içinde olmayan bir grup. Bazan 3-5 kişiyle, bazan 6-7 kişiyle toplanırız. 2-3 kişiyle toplandığımız da olmuştur. 2 kişi olarak oturduğumuz zaman da olmuştur. Günün, bilincimize çarpan, toplumsal, politik, kültürel olaylarını konuşuruz. Bazan oturduğumuz mekanlara başka arkadaşlar da gelir, onlar da konuşmalara, tartışmalara katılırlar, görüşlerini açıklarlar.
Bu arkadaşlar, Ankara’nın birbirlerinden çok farklı, çok uzak semtlerinde otururlar. Bir araya gelip konuşmaları, aynı duygulara, aynı düşüncelere sahip olmaktan çok, bir araya gelebilmelerinden, birbirlerini dinlemelerinden kaynaklanır. Bazı dönemlerde çok sık bir araya geliriz. Bu toplantılarda yediğimiz içtiğimiz simit ve çaydır…
Bu toplantıların birinde bir arkadaşımız, Kürdler arasında çok yaşanan ama hiç gündeme getirilmeyen, konuşulmayan, tartışılmayan, konuşulmamasına da özen gösterilen bir sorunu ortaya attı. Bu konu kısaca şudur.
Çevremizde pekçok arkadaş var. Bunlar, devrimci-demokratik mücadeleye aktif bir şekilde katılıyorlar. Soruşturma, gözaltına alınma, tutuklanma, işkence, cezaevi vs. dahil her riski göze alarak, bütün bunlara katlanarak mücadeleyi sürdürüyorlar. Fakat çocuklarını bu mücadeleye katmıyorlar, mücadeleye katmamaya özen gösteriyorlar. Ailelerinin, akrabalarını vs. mücadeleye katmamaya özen gösteriyorlar. Bunun nedeni herhalde, kısaca şudur. ‘Biz çok eziyet, cefa çektik, çocuklarımız da eziyet görmesin, cefa çekmesin…’ anlayışıdır. Birinci olarak dile getirilen durum, Kürdlerde çok yaşanan konuşulan bir durum. Konuşulmayan, tartışılmayan durum ise ikinci olarak dile getirilmeye çalışılan durumdur.
Bunun, devletin çok önemli olan, asimilasyon politikası açısından, Kürdlerin Türklüğe asimilasyonu politikası açısından, Türk egemenlik sistemi açısından çok önemli sonuçları vardır.
Baba-oğul devamlılığında, baba-oğul-torun devamlılığında, da mücadeleye katılmanın, kesintisiz bir şekilde sürmesi, izlenmesi, gözlenmesi gereken bir süreçtir. Türk kesiminde ve Kürd kesiminde, bu ilişkiler farklı farklı yaşanmaktadır. Çetin Altan ve çocukları arasında bu konuda bir devamlılığın olduğu hemen göze çarpmaktadır. Pınar Selek’ın ailesindeyse, bu devamlılığın, dede-oğul (kız)-torun arasında yaşandığı görülmektedir, bu ender bir durumdur.
Demokratik-devrimci mücadelede, her türlü baskıyı, zulmü yaşayan Kürdlerin, çocuklarına Kürdçe öğretmemeleri, çocukların Kürdçe öğrenebilmeleri, konuşabilmeleri, yazabilmeleri için elverişli koşulları yaratmamaları, mücadele açısından babalar ve çocukları arasında bir kopukluk yaratmaktadır.
Bugün, Kürd siyasal partilerinin, Kürdî, Kürdistanî partilerin, Kürd sivil toplum örgütlerinin çok büyük bir kısmının yöneticilerinin çocuklarının Kürdçe bilmediği, konuşamadığı görülmektedir. Bu örgütler, Dünya Anadil günü, Kürd Basın günü gibi bazı önemli günlerde, toplantılar düzenlemektedirler. Bu toplantılarda, bu günlerin değeri hakkında, Kürdlerin bugünleri nasıl değerlendirmeleri hakkında görüşler açıklamaktadırlar. Bu konuşmalarını büyük bir kısmının da Kürdçe yapıldığı gözlenmektedir. Yani bu toplantılarda Kürdçe ağırlıktadır, diyebiliriz. Ama buralarda, Kürdçe konuşan arkadaşlar, akşam evlerine döndükleri zaman, eşleriyle, çocuklarıyla Türkçe konuşmaktadır. Bunlar, çok rahat bir şekilde izlenebilen, gözlenebilen bir süreçtir.
Arkadaşımız, daha sonra öbür arkadaşlar, bu çok önemli sorunu gündeme getirirken, kendisini katarak, ‘ben dahil’ diyerek, ‘biz de dahil’ diyerek anlatılıyorlardı. Bu, sorunun farkına varıldığını göstermektedir. Bu tür toplumsal siyasal ve kültürel süreçlerin farkına varılıyorsa, sorun olarak algılanır. Farkına varılmıyorsa, zaten bir sorun olarak algılanmaz.
PKK’de bu süreç farklı bir şekilde yaşanmaktadır. Herhangi bir Kürd PKK’ye katıldığı zaman, öbür kardeşlerini de, ailesini, akrabaların da, anasını da, babasını da vs. örgüte katılmaya zorlamaktadır. İlişkide bulunduğu kişilerin, bu isteği kabul edip etmediği ayrı bir konudur. Genel durum budur. Ama, PKK de, bunun, devletin çok temel olan asimilasyon politikası açısından çok önemli bir süreç olduğunu farketmemiştir. Bunun çok önemli bir sorun olduğunu farketmediği için, onun için böyle bir sorun da yoktur. Onun için Türk diliyle konuşmaktadır, yazmaktadır, her sorunun Türkçe olarak dile getirmeye çalışmaktadır. Türkçe bilmeyene, yeteri kadar Türkçe bilmeyene Tükçe öğretmeye çalışmaktadır. Ama, Kürdçe bilmeyene, yeteri kadar Kürdçe bilmeyene Kürdçe öğretmek gibi bir gereksinimi hissetmemektedir. Özellikle 1970’lerdeki PKK’de, 1980’lerdeki PKK’de bu süreci izlemek mümkündür. PKK’nin bu çok önemli sorunun neden farkına varmadığı elbette sorgulanması gereken bir durumdur.
Hüseyin Musa Sağnıç’ı 1960’ların ortalarından beri tanırım. İntelligentia denildiğinde, her zaman Hüseyin ağabeyi hatırlarım. Hüseyin abi, bütün çocuklarının Kürdçe öğrenmelerin sağlamıştır. Eşiyle, çocuklarıyla her zaman Kürdçe konuşmuştur. Burada, dede -oğul (kız)- torun arasında devamlılığın yaşanması, Kürdistan’da az rastlanan bir durumdur. Bu devamlılığı, Musa Anter ve çocukları arasında, Abdurrahman Dürre ve çocukları arasında izlemek de mümkündür. Ama, Kürdlerde, bu ilişkilerin yaygın olmadığı da görülebilmektedir.
Anadil’in İşlevi
Dil, sadece bir iletişim aracı değildir. Anadil, yerine ve zamanına göre, çok önemli bir direnç noktası olabilir, mücadelenin kendisi olabilir. Bu düşüncenin açıklanmasında yarar var.
Cumhuriyet’den beri izlenen devletin Kürd-Kürdistan politikasını düşünelim. Bunu için devletin hazırlattığı gizli raporlara bakmak önemlidir. Şark Islahat Planı’ndan beri, devletin hazırlattığı Kürd raporları var. Devlet bürokrasisinin üst kesimlerinde yer alan bazı bürokratlar, devletin istemi üzerine bölgeye gidip incelemeler yapıp raporlar hazırlamışlar. Bu raporların esası Kürdlerin Türklüğe asimilasyonu ile ilgilidir. Ne yapalım ki, nasıl bir politika izleyelim ki Kürler Türklüğe asimile olsunlar… Kürdçe unutulsun, bölgede Türk dili egemen kılınsın…
Kürdlerin büyük kitleler halinde, Orta Anadolu, Batı Anadolu bölgelerine Trakya’ya, sürgün edilmeleri, asimilasyon politikasıyla, uygulamasıyla çok yakından ilgilidir. Sürgün politikasından devletin beklentisi şudur: Bir kişi, bir aile, yerinden-yurdundan edilip, kendi köklerinden koparılıp uzak diyarlara savruldu mu, egemen dilin, egemen kültürün yaşandığı alanlara sürgün edildi mi, sorunun çok önemli bir kısmı, devlet için çözümlenmiş olmaktadır. Devlet, 3-4 nesil sonra, 5 nesil sonra, asimilasyonun gerçekleşeceğini düşünür. Devletin bu beklentisi, yaşama geçebilecek bir beklentidir. Önce torunların çocukları, daha sonra torunlar, giderek, babalar asimile olmaya başlarlar. Dedelerin Kürdistan’a ilişkin duygusu da, artık ‘öldüğümde beni Kürdistan’a götürün, beni kendi köyüme gömün’ demekten öteye geçmez.
Bu süreci farkına varmak çok önemlidir. Sürgünlerde, bir konunun üzerine ısrarla durulur. Batı’da, Orta Anadolu’da, Trakya’da, herhangi bir köye yerleştirilen Kürdlerin, köyün genel nüfusunun % 10’unun, bazı yerlerde de % 5’inin üzerine geçmemesi dikkatle izlenir. Bunular, asimilasyonun nasıl gerçekleşeceğine dair uygulamalardır.
27 Mayıs 1960 darbesinden sonra, devletin bu konuda yeni girişimleri de oldu. Bölge Yatılı İlkokulları çok yeni bir gelişmeydi. Kürd bölgelerinde ve Kürdlerin yaşadığı öbür alanlarda bu okulların yaşama geçmesi için çok yoğun bir çaba harcandı. Kürd çocuklarını, Türk dili ve kültürü içinde yetiştirmek, Kürdçe’yi unutturmak bu okulların çok önemli, çok büyük bir amacıydı. Üniversitelerin, Tarih, Sosyoloji, Antropoloji, Etnoloji, Siyaset Bilimleri, Ekonomi, Hukuk vs. kürsülerinden, buralarda görevli hocalardan raporlar istendi… Profesörler bu konularda etraflı raporlar hazırladı. Bu raporlar, o zamanlar çok gizli tutulurdu. basına hiç yansımazdı. Bu ilişkileri çok sonraları öğrendik. Bu ilişkileri, Kürd mücadelesi yaygınlık ve yoğunluk kazandıktan sonra, bu ilişkiler artık gizlenemez olduktan sonra öğrendik. Türkiye’de Sosyal Bilimler’in böyle bir yönü de var. Türkiye’de yaşanan Sosyal Bilimler’in bu yönü üzerinde fazla durulmamıştır. Kanımca hiç durulmamıştır. Devlet, Sosyal Bilimler’den ne beklemektedir, bu beklenti, evrensel bilim anlaşıyla ne kadar uyuşmaktadır, ideoloji nedir, resmi ideoloji nedir, gibi konular elbette, çok önemli konurlardır.
‘Nasıl bir alfabe hazırlayalım ki, Kürd çocuklara daha kolay, daha yaygın bir şekilde Türkçe öğretebilelim? 27 Mayıs’dan sonra bu konuda da önemli bir çaba gerçekleşti. Bu konuda da üniversitelerden ilgili kurumlardan raporlar hazırlamaları istendi.
Bugün, Türkçe yazan Kürd yazarların yaşamlarını izleyelim. Onların büyük bir kısmı, okula başladıklarında tek kelime Türkçe bilmediklerinin anlatıyorlar. Okuldaki yaşamlarından söz ederken, Kürdçe konuşmanın yasaklandığını, Kürdçe konuşan öğrencilerin öğretmen tarafından cezalandırıldığını anlatıyorlar. Kürdçe’nin ilkel dil denerek aşağılandığını, Kürdçe konuşanların da aşağılandığını vurguluyorlar. Ailelerin aşağılandığını, küçümsendiğini söylüyorlar. Bu yazarların çok büyük bir kısmında bu şekilde özetlenebilecek anılar var… Bütün bunlar, Kürdçe’yi unutturmak, Kürdçe’den vazgeçirmek, egemen dili hakim kılmak anlamına geliyor. Böyle bir politika, uygulama karşısında ne yapmak gerekir. Böyle bir politikaya, uygulamaya karşı nasıl direnilir?
1930’ları düşünelim. Devlet, çarşıda, pazarda, Kürdçe konuşan Kürdlere para cezası kesiyordu. Konuştuğu Kürdçe kelime başına onlardan para cezası alıyordu. Devletin, Türkçeyi egemen kılmak için, Kürdçeyi unutturmak için yoğun bir çaba içinde olduğu çok açıktır.
Kürdlerin Türklüğe asimile etme politikası Cumhuriyet’ten sonra çok kararlı bir şekilde uygulanmıştır. Bu politikanın, şüphesiz İttihat ve Terakki’ye dayanan, kökleri de vardı. Hatta bunu, Yeni Osmanlılar’a kadar, Namık Kemal’e kadar götürmek mümkündür.
O zaman devletin bu politikasına karşı, uygulamalara karşı direnmek önemli oluyor. Bu direnmeyi ancak, Kürdçe konuşarak, yazarak sağlayabilirsiniz. Bütün bu baskılara, aşağılamalara, horlamalara rağmen Kürdçe konuşan bir kişi direnen bir kişidir. Çünkü bu kişi, bu Kürd, devletin hiç istemediği, yapılmasının, gerçekleşmesinin hiç istemediği bir süreci yaşamaktadır. Devletin ol dediği gibi, devletin istediği gibi olmamış, kendi kalmıştır. Bu kişinin, ‘ben direniyorum’ demesine de böyle açıklamalar yapmasına da, kanımca gerek yoktur, çünkü yoğun bir direniş içindedir.
Ama, Türkçe konuşan, yazan bazı kişiler, her gün, her saat direnişten söz etseler de, ‘direniş yükseliyor’ ‘direniş yılı’ gibi kavramlar kullansalar da, direniş içinde değildirler. Çünkü devlet için çok temel olan bir konuda, devletin olunmasını istediği gibi olmuşlardır. 1980’leren beri elbette bir direniş vardır. Ama anadil savunulmuyorsa, yaşanmıyorsa, bu direnişin amacı nedir?
Halbuki, yıllar önce, anadil yasaklarının önemini kavrayıp, anadile dayalı, en azından anadili de gözeten bir mücadele başlatılmış olsaydı bugün çok daha olumlu sonuçlara varmak mümkün olabilirdi. 7 Haziran 2015 genel seçimlerinden sonra, parlamentoya 80 milletvekili getirildikten sonra bu doğrultuda bir mücadele sürdürülmeliydi.
Bu sürecin, psikolojik boyutuna da değinmek gerekir. Eğer, kişiler, aileler, Kürdçe yasaklarının, bilincine varmazlarsa, asimilasyon sürecinin bilincine varmazlarsa, Kürdçe’yi ‘hayatımızı zorlaştıran bir yük’ olarak da algılayabilirler. Ve bu yükten kurtulmaya çalışırlar. Gözaltılar, tutuklamalar, köy yakmalar, sürgünler vs. bu yükten kurtularak bu operasyonlardan uzak bir yaşam arzulayabilirler. Bu da asimilasyonu yaygınlaştıran, hızlandıran bir sonuç yaratır. Bu süreçte, aydınların, Kürd siyasal partilerinin görevi, elbette, Kürdçeyi bizzat kendileri yaşayarak anadil konusunda halkı bilinçlendirmek olmalıdır. Devletin, ret, inkar ve imha tutumunun eleştirilmesi olmalıdır. Bu süreçte, Kürdçeyi bizzat kendilerini yaşaması elbette çok önemlidir.
‘Bir İnsanın Vatanı Dilidir…’
Fransız yazar Barbara Cassin’in Nostalji isimli bir kitabı var (Çev Seçil Kıvrak, Kolektif Kitap 2018). Kitabın alt başlığı İnsan Ne zaman Evindedir? şeklide konulmuş. Yazar bu kitapta çok önemli bir soru soruyor. Çeşitli nedenlerle, ülkelerinden kopup gelen, dünyanın dört bir yanına savrulan sığınmacıların, sınır kapılarında karşılaştıkları sorunları, aşağılandıklarını, dillerinin, kültürlerinin, yaşam biçimlerinin, kabul edilmediğini dikkate alarak ‘İnsan Ne Zaman Evindedir?’ sorusunu soruyor. Yazarın verdiği cevap şudur. İnsanın dilinin, kültürünün akrabalarının, kabul edildiği, bu dil ve kültürün yaşandığı, horlanmadığı alan onun vatanıdır…
Fransız yazar, Barbara Cassin’nin Nostalji isimli bu çalışması, dilleri hala çok büyük baskılar altında olan, dillerini kabul ettirebilmek için çok yoğun çabalar içinde olan halklar için çok önemlidir, çok değerlidir.
Kürd Sorunu, Filistin Sorunu
Selahattin Demirtaş’ın Şarkısı başlıklı yazıda, Kürd ve Filistin sorunlarının, Ortadoğu’da, birbirine çok yakın çoğrafyalarda cereyan eden iki sorun olduğu söylenmişti. Bu sorunların birbirleriyle karşılaştırılmasının bilgilerimizi zenginleştireceği, çoğaltacağı da söylenmişti.
Yazıda, bir varsayım dile getirilmişti. Filistin Kurtuluş Örgütü Lideri Yasser Arafat’ın veya FKÖ yöneticilerinden herhangi birinin, İbranice şiirler yazması, şarkılar yapması, ne gibi sonuçlar yaratır, şeklinde bir varsayım… Bu varsayımı biraz daha geliştirmenin yararlı olacağını düşünüyorum..
Yasser Arafat veya, herhangi bir FKÖ’lü, İbrani diliyle şiir yazmaz, şarkılar yapmaz. Bunu iki önemli nedeni üzerinde durulabilir. Birinci olarak vicdanı elvermez. Bizi bu kadar baskılayan bir devletin dilini neden kullanayım? der. İkinci neden şu olabilir. % 99 kullanmaz. Diyelim % bir veya % yarım gerçekleşti… O zaman Arap kamuoyundan çok şiddetli tepki göreceğini bilir, yine kullanmaz… Her iki halde İbrani dilini kullanmaz…
Kürdlerde süreç hiç böyle yaşanmıyor. Türkçe konuşmak, yazmak kişilere bir bir üstünlük, prestij sağlıyor. Bu yüzden, Türkçe yazanlar, eleştirilmek yerine alkışlanıyor. Bu, halkın kendi öz dillerine karşı yabancılaşmasından başka bir şey değildir. Bu süreçte, aydınların, Kürd siyaset adamlarının görevi bu yabancılaşmaya engel olmaktır… Bunun Filistinlilere göre çok farklı bir davranış olduğu açıktır.
Bu noktada, çok daha büyük bir coğrafyada yaşananlarla, Kürdleri, Kürdistan’ı karşılaştırmak önem kazanmaktadır. Örneğin Afrika’da sömürgecilik bedensel olarak algılanabilir. Emperyal ve sömürgeci güçler, Afrika insanlarını ruhlarını ve zihinlerini esir almamıştır. Ruhların ve zihinlerin Afrikalı kaldığı söylenebilir. Kürdistan sömürge bile değildir. Devletlerarası sömürge sistemi, Kürd insanlarını büyük bir çoğunluğunda ruhsal ve zihinsel yıkımlar gerçekleştirmiştir. Bir taraftan Türklerden de yedikleri ağır darbeler, bir taraftan Araplardan yedikleri ağır darbeler, bir taraftan Farslardan yedikleri ağır darbeler, Kürd insanlarının ruhsal ve zihinsel yapılarında büyük bir dejenerasyon yapmıştır. Sömürgecilik Kürd insanının önemli bir kesiminin ruhlarına, zihinlerinin en küçük hücrelerine kadar nüfuz etmiştir. Zihinsel ve ruhsal bir sömürgeciliğin egemen olduğu söylenebilir. Ama Kürdlerin büyük bir çoğunluğu bunun bilincinde bile değildir.
Bu kuşkusuz çok ağır bir yaradır. Sosyalist enternasyonal de, Ümmetçi enternasyonal de bu ağır yarayı tedavi etmez. Bundan kurtuluşun tek çaresi, Kürd diline bilinçli olarak sahip çıkmaktır. Kürd dilini yaşamaktır. Geleceği belirleyen Kürd çocuklarını Kürd diliyle eğitmektir. Kürd çocuklarının Kürdçe’ye yabancılaşmalarına engel olmaktır.
Ortadoğu’da Kürd sorunuyla, Filistin sorunu arasında çok büyük faklar vardır. Bunlardan birkaçını şu şekilde dile getirebiliriz. İsrail Birleşmiş Milletler’in de girişimleriyle 1948’de kurulmuştur. İsrail devletinin kurulduğu andan itibaren, Arapça, İbranice yanında resmi dildir. Arapça, İsrail’deki iki resmi dilden biridir. Kürdler ise, şunca yaşanan, ödenen ağır bedellere rağmen Kürd dilini hala kabul edilmesini sağlayamamıştır. 30 yılı aşan bir gerilla mücadelesi vardır. Kuşkusuz bunu öncesi de vardır. 1970’ler, 1960’lar, 1930’lar, 1920’ler, Birinci Dünya Savaşı’ının öncesi, savaş süreci, savaştan sonra yaşananlar vardır. Hatta, bütün bir 19 yüzyıl vardır. Bütün bu ağır bedellere rağmen, ortada ciddi bir sonuç yoktur. Kürdler, sesi ve tarihi silinmiş bir halktır…
Diğer çok önemli bir fark ise, bizzat Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, Filistinlilere ve Kürdlere yaklaşımlarıyla ilgilidir. Bugün örneğin, Gazze’de, İsrail’in operasyonları sırasında, bir Filistinlinin burnu kanasa, Başbakan, şimdi Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan buna tepki gösteriyor. Kürdlere, kendi vatandaşı Kürdler de dahil, Kürdlere ise çok ağır baskı politikası uyguluyor. Sivil halkın eziyet çekmesi de sağlanıyor. Filistinliler için öbür Müslümanlar için istediği hakları Kürdlere layık görmüyor.
Kürdlere karşı psikolojik bir savaş yürütüldüğü de görülmektedir. Kürdler aşağılanarak psikolojik bakımdan yıkıma uğratılmaktadır. Bu Kürdistan’ın güneyindeki referandum sürecinden beri, Afrin’in ele geçirilmesinde beri böyle devam etmektedir. Bu tutumun çok çok öncelere giden bir geçmişi şüphesiz var. Bu ortamda, Başbakan Nêçîrvan Barzanî’nin, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yemin törenine katılması kanımca doğru olmamıştır.
Fizikteki birleşik kapların, Türk siyasetinde yaşanmadığı gözlenmektedir. Bir taraftan TRY Kürdî vardır, bir taraftan da, mahkemelerde hala anlaşılmayan dil söylemi, TBMM tutanaklarında ise, (x) söylemi vardır. TBMM’de yapılan bazı Kürdçe konuşmalara, tutanaklara (x) olarak geçmektedir. Bunların çok önemli farklar olduğu besbellidir.
Eleştiri, Özgür Eleştiri
Bundan önceki, Selahattin Demirtaş’ın Şarkısı yazısına birçok eleştiri, itiraz geldi. Bu yazıya, belki, daha fazla eleştiri, itiraz gelebilir. Bu bakımdan bu konuya değinmek de gerekir.
Eleştiri, demokratik toplumun, düşün hayatının çok önemli bir kurumudur. İfade özgürlüğü, özgür eleştiri, bilimin ve demokrasinin vazgeçilmez iki temel koşuludur. Basın özgürlüğünün, sanatın vs. önemli koşulu yine özgür eleştiridir, ifade özgürlüğüdür. Eleştiriye kapalı toplumlar demokratik toplumlar değildir. Bu toplumları ilerlemesi de zordur. Eleştiriye kapalı kişiler demokratik kişiler değildir. Her lafın başına ‘demokratik’ sıfatı eklenerek demokratik olunmaz. Eleştiri, özgür eleştiri esastır. Eğer kamuoyuna bir görüş açıklıyorsanız, bu görüşün eleştirilebileceğini de dikkate almalısınız. Buna hazır olmalısınız. Eleştirinin yapıcı bir eleştiri olması elbette önemlidir.
Eleştiri, düşün hayatını geliştiren, zenginleştiren çok önemli bir kurumdur. Bir yazı veya kitap hakkında eleştiri olması bu bakımdan önemlidir.
Bu kısa girişten sonra, Selahattin Demirtaş’ın Şarkısı, yazısına yapılan eleştirilere bakmak gerekir. Bu eleştirilerin bir kısmı, ‘şimdi bu tür yazıların sırası değil’, ‘bu yazılar henüz erken…’ şeklinde olanlardır. Bu tür eleştiriler, itirazlar, hatırlatmalar 55 yıldır yapılıyor. Geçmişde de Kürdlerle, Kürd diliyle vs. ilgili bir yazı, bir kitap vs. olduğunda bu tür yazılar hemen gündeme gelirdi. Son sekiz-on yıldır da kalıp sözler var. Bu kalıp sözler kullanılıyor. ‘Manidar’ bunlardan biridir. Sözü edilen yazıya eleştiride de bu kalıp söz kullanılıyor. ‘HDP, bu kadar özgürlük mücadelesi içindeyken, böyle bir yazının yazılması manidardır, deniyor. ‘Selahattin Demirtaş, cezaevinde özgürlük mücadelesi yürütürken bu yazının kaleme alınması manidardır’ deniyor. Halbuki, yazıda, birçok konu var. Bu temel konulara ise, eleştirilerde değinilmiyor.
Tanıl Bora, 2018 yılı başında, Zamanın Kelimeleri, başlıklı bir kitap yayımladı. Kitabın ikinci başlığı, Yeni Türkiye’nin Siyasi Dili olarak belirlenmiş. (Birikim Yayınları, İstanbul) Yukarıda dile getirilen kalıp sözlerle ilgili bir çalışma. Tanıl Bora, bu kalıp sözler arasında ‘manidar’ kelimesini de değerlendiriyor.
Değerli bir hocamız, bana Rodi Baz’ın eleştirisini gönderdi. Belki, buna benzer başka eleştiriler de vardır. Görmedim. Rodi Baz, Yılmaz Güney, Yaşar Kemal, Ahmet Arif, Cemal Süreya gibi sanatçılardan söz ederek, onlar da Türkçe yazıyorlardı, diyor. Bu yazarların Türkçe yazmaları, Kürdlerin, Kürdçe değil, Türkçe yazmalarını meşrulaştırmaz. Bu yazarların, Kürdçe yazmamaları, Türkçe yazmalarını, Kürdçe yazmamalarını meşrulaştırmaz. Kaldı ki, bunlar, yazardır, sanatçılardır. Sen bir siyasal partisin. Senin tutumun elbette bir yazarın, bir sanatçının tutumunda farklı olacaktır.
Bunlardan daha önemli olanı şudur. Türkçe yazan bu yazarlar, bu yazarların ürünleri, Türk edebiyatı çevresinde değerlendirilir. Çünkü edebiyat dil ile ilgili bir sanattır. Dilin estetik kullanımıyla, sözcüklerin, estetik dizilişiyle ilgili bir sanattır. Hangi dille yazıyorsanız, o dilin edebiyatını yapıyorsunuz, demektir. Türk diliyle Kürd edebiyatı olmaz. Kürd edebiyatı, ancak, Kürd diliyle yapılan bir edebiyattır.
Türkçe’den Kürdçe’ye ve öbür dillere, öbür dillerden Türkçe’ye Kürdçe’ye çeviri elbette çok önemli bir faaliyettir.
Bugün Türk diliyle yazan pek çok Kürd vardır. Onların Türk edebiyatı çevresinde yeteri kadar ilgi görüp görmedikleri farklı bir konudur.
Londra’da oturan bir Alman yazar düşünelim. Bu Alman’ın, İngilizce mi, Almanca mı yazacağı hiç önemli değildir. Ama, İstanbul’da oturan bir Kürd’ün, Türkçe’de yazsam olur, Kürdçe’de yazsam olur, özgürlüğü yoktur. Bu Kürd yazar herşeyden önce devlet politikasına uyum göstermek gerektiğini hisseder, Türkçe yazar. Buradaki endişe, ‘Kürdçe yazarsam beni ancak 5-10 kişi okur, Türkçe yazarsam bin kişi, bin beşyüz kişi belki de daha fazlası okur…’ endişesi değildir. Devlet politikalarına uyum gösterme endişesidir. Kürdçe yazmak, yayımlamak ise, ancak devletin bu politikalarına direnmek gerektiğini düşünen, hisseden Kürd yazarın yapacağı bir iştir. Çünkü bu Kürd yazar, devletin bu politikalarını asimilasyonu hedef aldığını bilincindedir. Her türlü riski göze alarak Kürdçe yazar, yayımlar… Bu riskler arasında, ‘beni ancak 5-10 kişi okur…’ kabulü de vardır. Kürd yazar Fuad Önen’in tutumu bu bakımdan çok dikkate değer bir tutumdur.
Rodi Baz, Latin Amerika devletlerinin de kendi yerli dillerini değil, İspanyol, Portekiz dillerinin resmi dil olarak kullandıklarını söylüyor. Dil ile ilgili olduğu için bu görüşe de bakmak gerekiyor. Burada kanımca bilgi eksikliği, bilgi yanlışları da var. Simon Bolivar’dan beri (1783-1830) San Martin’den beri ( 1778-1850) Latin Amerika’da, İspanya’ya karşı ulusal kurtuluş mücadelesi, bağımsızlık mücadelesi verenler de İspanyollardır.
Bunu şu şekilde açıklayabiliriz. 16 yüzyılın ilk çeyreğinden beri
İspanyollar, Portekizliler Latin Amerika’yı işgal etmişlerdir. Bu işgal sırasında, Astek, Maya, İnka gibi medeniyetler yıkılmış, yerli halk soykırımlarla imha edilmiştir. Yerlilerden çok az bir nüfus kalmıştır. Bugün, Latin Amerika’da, nüfusun çok büyük bir kesimi İspanyoldur. İspanya’ya karşı 19. Yüzyılın ilk çeyreğinden beri bağımsızlık mücadelesi verenler de İspanyollardır. Saf İspanyolların bir kısmını, yerli haklarla evlilikle geliştirerek melez bir ırk yarattıkları da dikkate alınmalıdır. Bütün bunlara rağmen, nüfusları çok az kalmış yerli hakların, kendi öz dilleri için alfabeler geliştirmeleri de hızlanmaktadır.
Rodi Baz, Afrika devletlerinin çoğunluğunun da İngilizce, Fransızca, Portekizce dillerini resmi dil olarak kullandıklarını belirtmektedir. Dille ilgili olduğu için, bu görüşe de kısaca bakmakta yarar vardır. Bu konuda şunlar söylenebilir: Bugün, Afrika’yı, Afrika’daki ulusal kurtuluş mücadelelerini İngilizce, Fransızca, Portekiz vs. dillerinde anlatan binlerce kitap vardır. ‘Bir kütüphaneyi dolduracak büyüklükte kitaplar…’ olduğu söylenebilir. Ama bunları, Afrika edebiyatı olarak anlamak doğru değildir. Bunları, İngiliz, Fransız, Portekiz edebiyatlarının, Afrika’yı anlatan bir alt bölümü olarak değerlendirmek gerekir.
İngiliz diliyle Kenya edebiyatı olmaz, Fransız diliyle Senegal edebiyatı olmaz. Portekiz diliyle Mozambik, Angola edebiyatı olmaz. Kenya edebiyatı, Senegal edebiyatı, Mozambik, Angola edebiyatı vs. yerli dillerle yapılan bir edebiyatlardır. Çünkü edebiyat dille ilgili bir sanattır. Kelimelerin estetik dizilişiyle ilgili bir sanattır.
Şöyle düşünelim. Afrika kendini yaşayan bir kıta olsun… Hollandalılar, daha sonra, Portekizliler, İspanyollar, daha sonra İngilizler, Fransızlar, daha sonraları da Almanlar, İtalyanlar vs. Afrika’yı işgal etmemişler. Afrika’da sömürgecilik vs. yok. Afrika kendini yaşıyor… Böyle düşünelim. Muhtemelen bir edebiyat olacak… Muhtemelen sözlü bir edebiyat… Zamanla yazılı bir edebiyat da gelişmiş olabilir. İşte Afrika edebiyatı budur… Bugün Afrika’nın çeşitli bölgelerinde, yerli edebiyatların geliştiği de görülmektedir.
İngilizce, Fransızca, Portekizce gibi dillerden yerel dillere, yerel dillerden bu dillere çeviri önemli bir edebi faaliyettir.
Farklılık Bilinci…
Değerli bir hocamız, Selahattin Demirtaş’ın Şarkısı yazısı için, kısa eleştirel bir not gönderdi. Bu notta şöyle deniyor. ‘Eğer bir yerde farklılık bilinci oluşmuşsa orada artık, asimilasyon gerçekleşmez’… Bu eleştiriyi de değerlendirmek yarar var.
Leyla Zana, 1991’de, TBMM’de yapılan yemin töreni sırasında, yemin metnini okuduktan sonra, ‘bu yemini, Türk ve Kürt haklarının kardeşliği ve birlikteliği için okudum.’ şeklinde, Kürdçe bir cümle kullanmıştır. Kanımca, bu Kürdleri TBMM’de görünür kılan ilk eylemdir. Leyla Zana ve öbür milletvekilleri bu gibi sözlerin karşılığında on yıldan fazla cezaevinde tutulmuşlardır.
24 Haziran 2018 genel seçimleri sonrasında, HDP Diyarbakır Milletvekili Remziye Tosun’un, Kürd kıyafetiyle, beyaz tülbentiyle yemin metnini okuması, Kürdleri, TBMM’de görünür kılan yeni bir eylemdir. Bunlar farklılıkları da dile getirmektedir. Remziye Tosun’un bu eylemi kanımca çok değerlidir. Remziye Tosun’un, 2015 Hendek Savaşı sırasında, Sur’da, herkes gibi, evden ayrılması istendiği halde hep evinde kaldığı, devletin istemine rağmen yine evinden ayrılmadığı, bu nedenden dolayı cezaevine konulduğu bilinmektedir.
Farklılıkları korumak önemlidir. Bu farklılıkları nasıl koruyacaksınız? En önemli falklılık elbette dildir. Eğer Kürdçe konuşmuyorsanız, çocuklarınızla Kürdçe konuşmuyorsanız, onlara Kürdçe öğretmiyorsanız, Kürdçe öğrenmeleri, konuşmaları için elverişli bir ortamın oluşmasını sağlamıyorsanız, bu farklılıkları nasıl koruyacaksınız?
Köyleri yakılmış-yıkılmış, İstanbul’da, varoşlarda yaşama tutunmuş bir aile düşünün. Bu ailede, ilişkiler şöyle gelişiyor. Baba, kendi babasıyla Kürdçe konuşuyor. Çocuklarıyla, torunlarıyla Türkçe konuşuyor. Büyükana Türkçe bilmediği için, torunlar Kürdçe bİlmediği için, torunlar, büyükanalarıyla, büyükanalar torunlarıyla konuşamıyor. Giderek, büyük ananalar, büyük babalar torunlarından Türkçe öğrenmek durumunda kalıyorlar. Benzer bir süreç Diyarbakır, Batman, Van gibi illerde de yaşanıyor. Çocuklar, geleneksel Kürd toplumunda, büyükanalarından Kürdçe masallar dinleyerek büyüyorlar. İstanbul gibi diyarlardaysa, torunlarına bakımla uğraşan büyükanalar onlarla konuşamadığı için, onlardan Türkçe öğrenmek durumunda kalıyorlar.
Dedelerden-büyükanalardan torunlara, Kürdçe’ye ilginin azaldığı bir ortamda, farklılıklarınızı nasıl koruyacaksınız? O halde, Kürd siyasal partilerinin görevi, Kürdçe’ye ilginin artmasını sağlamak olmalıdır.
Bu süreçde çocukların Kürdistan’a ilişkin bir nostaljilerin olmadığı görülmektedir. Ağır yaşam koşullarına, aşağılanmalara rağmen çocuklar, büyük şehirleri tercih etmektedir. Baba, birkaç yılda bir köyümü, beldemi dolanayım duygusu içindedir. Dede, öldüğümde beni köyüme götürün arzusunu dile getirmektedir. Göçün bütün yükünü kadınların çektiği açıktır. Çevreye uyum sağlamak için çok büyük zorluklar yaşadıkları gözlenmektedir.
Başûr, Kürdçe, Ulusal Bilinç
Şöyle deniyor. Dil elbette önemlidir. Başur’da, anaokulundan üniversiteye kadar eğitim Kürdçe, Hükümet dairelerinde, belediyelerde Kürdçe konuşuluyor. Ama orada da ulusal bilinç çok zayıf. Kürdistan hakkında, Kürdistan’ın öbür parçaları hakkında sağlıklı bilgiler yok. Öbür parçalarda cereyan eden mücalelelere karşı ilgi zayıf… 16 Ekim 2017 ulusal bilincin zayıflığının çok önemli bir göstergesidir.
Bu eleştirilerde büyük bir haklılık payı var… Anadil elbette esastır, vazgeçilmezdir, ama, ulusal bilinci geliştirmek için çalışmalar yapmak da önemli olmaktadır. Örneğin, Kürdler, bunca peşmerge mücadelesine rağmen, bunca gerilla mücadelesine rağmen, neden hala çok büyük zaaflar taşıyor, neden birbirlerine ihanet ediyorlar, neden Kürdistan’ın genel çıkarlarını, parti çıkarlarının önüne koyamıyorlar, konularının bilincine varmak bu konuda çok önemlidir. Kürdler ancak, bu tür konuların bilincine vararak bu zaaflardan arınabilirler. O zaman, bu önermeyi şu şekilde düzeltmek daha doğrudur: Anadil esastır, vazgeçilmezdir ama yeterli değildir….
Bu noktada 16 Ekim ihaneti konusunda küçük bir değerlendirmede bulunmak gerektiğini hissediyorum. Kürdlerin, Kürdistan’ın, tarihinde, Kürdlerin birbirlerine ihaneti çok büyük bir yer tutar. 16 Ekin 2017 de biraz daha farklı bir ihanettir. 16 Ekim 2017, YNK’nin, Talabaniler’in çok büyük bir yanlışıdır. YNK, Talabaniler, geçmişteki büyük başarılarını, fedakarlıklarını, 16 Ekim’le lekelemişlerdir. Ama, Tarih, maalesef, YNK için, Talabaniler için bu kaydı da düşecektir.
Bu süreçte, KDP’nin, Başkan Mesut Barzani’nin bir hatası yok mudur? Başkan Mesut Barzani, 16 Ekim sabahında, ‘Ben cepheye gidiyorum, Kürdistan isteyenler benimle gelsin…’ deyip cepheye yönelmediği için eleştirilebilir. Eleştirilmelidir. Ama şurası çok açıktır. Referandum sürecinde en doğru tutumu sürdüren Başkan Mesut Barzani’dir, en Kürdî olan, en Kürdistanî olan Başkan Mesut Barzanidir.
Kürdler, şunu kavramak durumundadır. Başkan Mesut Barzani’ye, Barzanilere düşmanlık ederek Kürdler bir yere varamazlar. Mesut Barzani, Barzaniler, elbette eleştirilebilir, toplumsal, siyasal, ekonomik ilişkileri eleştirilebilir, ama Barzanilere düşmanlık yapmak çok çok yanlış bir tutumdur. Bu bir yerde, Kürdlere, Kürdistan’a düşmanlık anlamına gelir. Çünkü Başkan Mesut Barzani, çok samimi duygularla bağımsız Kürdistan’ı savunan, bunun Kürdler için çok doğal bir hak olduğunu savunan bir Kürd siyasetçidir.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.