Bir panel için İstanbul'a gelen Tarık Ali'yle Kürt çözümünden, 'aşırı merkez' sorunundan ve kapitalizmin kendi takviminden konuştuk.
Dünyada solun önemli fikir insanlarından, yazar, tarihçi ve film yapımcısı Tarık Ali İstanbul’daydı. SALT Galata’da süren ve Türkiye’nin dört yanındaki sınır köylerinin iki yanında yapılan çekimlerden oluşan ‘1+8’ sergisinin çerçevesinde davet edildiğinden, başlığını ‘Türkiye, NATO, İç ve Dış İlişkiler’ olarak seçmişti. Cynthia Madansky ve Angelika Brudniak tarafından çekilen belgeselin çok ekranlı sunumla daha da etkileyici hale geldiği sergiyi ayrıca önerelim.
“Bazı dönemlerde hakikati konuşmak için yer seçeneklerini o kadar daraltırlar ki, bize sanat galerileri ve edebiyat festivalleri kalır” diyerek başladı Ali. ‘Komşularla sıfır sorun politikasından’, NATO’nun Soğuk Savaş sonrası anlamsız, tam da buradan anlamlı varlığına geçti. NATO şimdiye dek Türkiye’ye ne kazandırmıştı? NATO şimdiye kadar katliamları önlemek için nasıl katliamlar yapmıştı… Kışa dönen Arap Baharı, ABD’nin Türkiye üzerinden ılımlı İslam’ı keşfi, Kürt meselesinde çözüm süreci ara başlıklardan bazıları.
Panel öncesinde buluştuğumuzda bizim de ayrı başlıklarımız vardı.
Tayyip Erdoğan’ın ‘One minute’ çıkışından bir süre sonra, “Söz konusu İsrail olduğunda Türkiye çok ses çıkarıyor ama yaptığı az. İsrail böyle çıkışlardan etkilenmez, somut adım lazım” demiştiniz. İsrail’le her tür ticaret ve elçilik düzeyinde ilişkiler sürerken bunun anlamlı olmadığını söylemiştiniz BBC’ye. Mavi Marmara’da yaşananlara dair İsrail’in özrünü, Türkiye’nin bu süre içerisinde somut bir şeyler yaptığı şeklinde mi alırsınız ya da nasıl yorumlarsınız?
Halkla ilişkiler açısından çok iyi malzeme…
Hangisi?
‘One minute’ de İsrail’in özrü de. İkisinde de gösteri var ama içerik boş. Hele Obama’nın bu özür işine aracılık etmesi iyice mide bulandırıcı. Önemli olan insan hayatları ve yeni ölümler olmasını nasıl engelleyeceğimizdir. İkisi de bence çok çiğ, sinik ve faydacı hareketler. O anlamda iki lider de aynı tarafta. İkisi de geniş çerçevede Amerikan İmparatorluğu’nun parçası ve ikisi de bunun ışığında Ortadoğu’da yapmaları gerekeni yapıyor. Özür, sanırım Suriye’deki işi bitirmek için gerekliydi. Bunu da yapacaklar.
Türkiye’nin Kürtleriyle girmeye çalıştığı çözüm sürecinden haberdarsınız. Kürtlerin yaşadığı diğer bölgelerdeki durumu da dikkate alınca, siz nasıl bir ‘çözüm’ görüyorsunuz?
Türkiye’nin PKK’yla görüşmesinin, görüşme niyetinin diyelim, arkasını okumak mümkün. Türkiye Kuzey Irak’ı inşa ediyor, Türk şirketleri bölgeye üşüşmüş. Aynısını Suriye’nin otonomi kazanmış yeni Kürt bölgesinde yapma imkânı var. Devletin ilkesel adımlar atmadığını, sadece çıkar ilişkisiyle hareket ettiğini düşünüyorum. Madem özürler çağındayız, madem İsrail’in özrü çok önemli, o zaman Türkiye Cumhuriyeti Kürtlerden özür dilesin. Bunca yıldır Kürt vatandaşlarına uyguladığı baskı ve bütün ölümler için… Basit bir özür. Görüşmelere ancak böyle başlarsanız yolunda gider.
Bu gerçekçi bir ihtimal mi?
Ben bilmem. Ama devletin samimiyetini, görüşmeler için ne kadar istekli olduğunu bu gösterecektir. Kaldı ki her şey soyut gidemez, anayasadaki bazı demirden maddelerin erimesi gerekir. Her tür azınlığın haklarını gözeten, Kürtlere politik ve kültürel haklarını veren, doğru düzgün bir otonomi sağlayan düzenlemelerden söz ediyorum. Fikrim sorulacak olursa, bugünün dünyasında bağımsız bir Kürt devleti, bir biçimde bölgede ABD’nin ya da İsrail’in onayına bağlı olacağından, Ürdün gibi bir devlete benzer. Bir de şu var: Türkiye’nin Kürtlerini bölgesel olarak tarif edemezsiniz. İstanbul’da bir-iki milyon Kürt yaşıyor, yüz binlercesi de başka bölgelerde. Yani Kürtler bu ülkenin bir parçası ve her yanında da haklarını kullanabilmeliler. Bence en iyi çözüm budur. Yoksa çözüm çok. Eğer çözüm Filistinlilerin Oslo’da yaşadığına benzeyecekse felaket olur. O yüzden halka açık bir özür ve anayasal güvence önemli. Şu anda ne yapacaklarını tam bilmiyorlar çünkü bir yandan da Kuzey Irak’la görüşmeler yapılıyor.
Kullandığınız ‘aşırı merkez’ diye bir tabir var. Aşırı sağın ve aşırı solun küçüldüğü bir dönemde aşırı merkezin hegemonyasından söz ediyorsunuz. Merkezden farkı ne aşırı merkezin?
Artık merkez yok. Ya da onların merkez dediğine ben ‘aşırı merkez’ diyorum. Merkez sağ ve merkez sol aynı şeyleri söyler hale gelmiş. Bu da demokrasinin içini boşaltıyor. Alternatifin olmadığı yerde demokrasiden nasıl konuşabilirsiniz? Aşırı merkezin karakteristik özellikleri neoliberal politikalarda, yoksulları ezmekte uzlaşmalarıdır. Genel manada Amerikan çıkarlarıyla çelişme yoktur. Onların hegemonyasında medya payanda haline gelir. Sendikal haklardan, kamu bütçesinin sosyal güvenlik odaklı harcamalarından hazzetmemekte uzlaşırlar. Ancak bazı İskandinav ülkelerinde sosyal demokrasiden söz edebiliriz, onun dışında gayet tektipleşmiş bir siyaset söz konusu. O yüzden gençler oy vermek istemiyor ya da verdiklerinde İtalya’da palyaçolara, Almanya’da, Fransa’da papağanlara veriyorlar. Çünkü güvenleri yok.
-En güçlü yanı ne, en zayıf yanı ne aşırı merkezin?
Bir kere çok güçlü bir koalisyon. Amerika’da kendini gösterdi ama Avrupa’nın da Amerikanlaşmasıyla orada da aşırı merkez hâkim artık. Avrupa’da bazı merkez sol politikacıların Obama’nın boş retoriğini kullandığını görürsünüz. Avrupa’nın geniş kesiminde siyasetçiler yoksullar için kıllarını kıpırdatmaz; tek mesele para. Merkez sağ ve sol bu noktada buluştuğunda, -ki bilirsiniz iş adamlarının tarafı yoktur- ikisinden de olabilir, kim kazanırsa kazansın onlar kaybetmez hale gelirler. Zayıf yanı ancak kitleler sokağa döküldüğünde oluşabilir. Yunanistan’daki Syrizia gibi parti oluşma ihtimali vardır. O zaman da işte Avrupa’nın bütün aşırı merkezi birleşip, Altın Şafak faşistlerine saldırmak yerine öfkelerini Syriza’ya akıtmayı tercih eder. Yunan halkına ders verir: “Aman Syriza’ya sakın oy vermeyin, mahvolursunuz. Yoksa sizi AB’den de atarız”…
Aşırı merkezin kendi muhalefetini içinden üretebilme kabiliyeti var mı?
Bence var. Merkez sol 2008 krizinden sonra bile finans kapitalin ve bankacıların sistemi domine ettiği sisteme alternatif üretemedi. Ne yazık ki aşırı sağ yükselişte. Aşırı sağın, aşırı merkez üzerindeki etkisi var bir de. Bütün bu ülkelerde göçmenlere karşı ciddi nefret söz konusu. Sadece farklı ten renginde olanlara değil, Romanyalı, Polonyalı göçmenlere de mesela.
Aşırı merkezin Türkiye’de karşılığı var mı?
Türkiye’de işler bu seviyede değil. Erdoğan, bir dizi nedenden dolayı popüler ama bu değiştiğinde işler keskinleşecek, buna şüphem yok.
ABD ve sonrasındaki kriz boyunca Türkiye’de, hükümette şöyle bir ruh hali vardı: “Biz becerdik, herkes çuvalladı”. Ama kapitalizmin takvimi ayrı. Örneğin inşaat patlamasına bağlı olarak yükselen kredi borç oranlarına bakınca, kapitalizmin kendi saati Türkiye ekonomisine dair ne söylüyor size?
Türkiye ekonomisi son 50 yıldır patlıyor, sönüyor, bunu biliyoruz. Avrupa’daki krizin benzerine ama daha düşük seviyede olanına hazırlıklı olmalısınız. Sekiz ay önce Kıbrıs’taydım ve birçok insan bana “Yunanistan çuvalladı, neyse ki biz onlara benzemiyoruz” diyordu. Güldüm. Çünkü hastalık ağır ve bulaşıcı. Bütün bankacılık sistemleri birbirine bulaştırıyor. Bu, küresel bir kriz. Türkiye’nin kapitalistleri de kendine o kadar güvenmesin bence. Mucizevi biçimde bundan sıyıracaklarını mı sanıyorlar, nasıl? Ekonomik krizler söz konusu olduğunda müttefikler de size bir şey yapamaz. En azından dünyada böyle, belki cennette mümkündür.
‘Yol’daki kadının çığlığını unutabilir misiniz?’
Ekonomik krizler, sarsıcılığı ölçüsünde bireysel varoluşsal krizler de demek. Sizin de alanınız, küresel krizin yarattığı ruhu edebiyatta, sinemada görüyor musunuz ya da görebilecek miyiz?
Bence bugünün en iyi sinemasını İran, Tayvan, Çin ve Güney Kore yapıyor. Avrupa’da da var. Örneğin Haneke, çok zeki, beğeniyorum da ama söylediği şey çok az. Bir hafta sonra söylediğini unutuyorsunuz. Büyük filmleri unutmayız. ‘Yol’daki kadının çığlığını unutabilir misiniz? Ben unutamıyorum. Avrupa sineması küreselleşmeyle Amerikanlaştı, Hollywood iyice konformist oldu. O yüzden ne ABD ne Avrupa sinemasından, edebiyatından söylediğinizi beklemek zor. Ama belki bir yerlerde gençler çağlarının başyapıtlarını yaratmak üzere çalışıyor şu anda. Öyle umalım.
Panellerde, söyleşilerde, aktivizm tecrübenize hürmeten size ‘Peki umut var mı? Nasıl?’ şeklinde sorular geliyor hep. Doktordan reçete bekler gibi. Bu tip soruları umudun mu, umutsuzluğun mu işareti olarak alıyorsunuz?
Bence umut, çünkü insanlar yeni bir topluma ihtiyaç duydukları için soruyor. Ama dürüstlükten yanayım. Boş umutlar veren solculardan olmak istemem. İnsanlara ‘Devrim kapıda’ falan diyebilirsiniz. Fakat bunun zararı daha büyük olur. Değişimler sizin ne yapacağınıza bağlı diyebilmek önemli. Sadece bilgisayar başında sosyal ağlara bağlanmak ya da Twitter’da aktivist olmak sizi bir yere götürmez.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.