Omuzlarındaki yıldızlar galaksileri kıskandırsa da yakalarında boş yerler vardı. Her Türk’ün daha doğmadan “asker” ilan edildiği memlekette Allah için afili meslek yapıyorlardı. Hatta öyle afiliydi ki meslekleri, ülkenin efendileri, sahipleri onlar, geri kalanlar ise her an kafasına vurulması gereken potansiyel “hain”di. Her ne kadar son yıllarda “asıl sahiplikten” geri adım atıp, karargâha çekilseler de içlerindeki o ateş sönecek gibi durmuyor. Zaten yeterince “şerefli” olan mesleklerini kendi aralarında yapılan törenlerle daha da şereflendirmek icap ediyor olmalı ki “rutin” bir tören yapıldı geçenlerde Genelkurmay’da... Tören o kadar gizli kapaklı olmuştu ki, Taraf ısrarla yazmasaydı eğer, omuzlarında bol yıldızdan geçilmeyen komutanlarımızın “şeref madalyası” ile onurlandırıldıklarını duymayacaktı ahali. Taraf, Hava Kuvvetleri Komutanı Mehmet Erten’in “şeref madalyası” ile onurlandırılmasını ısrarla haber yaptıktan dört gün sonra TSK kısa bir bilgi notu geçerek, uygulamanın rutin olduğunu belirtip, sadece Erten’e değil diğer Kuvvet Komutanlarına da madalya verildiğini duyurduğunda aklıma ilk gelen soru, iyi de bu gizlilik niye, olmuştu...
Karargâhlarda gizlice madalyalar verilirken bütün ülkenin gözleri önünde, Uludere’de, 34 insan atılan bombayla parçalanarak can verdi. Çoğu çocuktu ölenlerin. 28 aralıkta bir yılları doluyor. Roboski ile Gülyazı arasında bulunan yüksek bir tepede yatıyorlar yan yana. Sadece adalet bekliyorlar yattıkları tepede. Annelerinin rüyalarına giriyorlar “güzel bir yerdeyim anne” diyerek. Karşı dağları görüyordu yattıkları yer. Bir de vadiyi. Katırların arkasında ölüme gittikleri Roboski Köyü’nün içinden geçip giden dar yolu da görüyordu. Yolun hemen kenarında akan küçük dere onlar olmadan aksa da, hayat eskisi gibi akıp gitmiyordu geride kalanlar için. Yıl boyunca dertlerini, acılarını anlatmaya çalıştılar. Adalet istediler. Hemen hemen her gün bombayla parçalanan çocuklarının, eşlerinin “güzel yerde” yatan mezarlarına gittiler. Orada yatanların ruhları, ancak “adalet” olursa özgürleşebilirdi. Gidenlerin gözyaşı, yüreklerindeki acı ancak “adalet” sağlanırsa biraz olsun dinebilirdi. İşte bir yıldır, günler, mevsimler gelip geçti, yine kar yağdı mezarlarına ilk yattıkları gün gibi bir türlü gelmedi, gelemedi o adalet...
Aslında gelmeyeceği ilk günden belli olsa da içinde umut taşıyordu insanlar. Uludere’ye, bombadan 10 gün sonra gitmiştim. Gittiğimde ölü sayısı 35 idi. Acılı ailelerle görüşürken genç bir çocuk, “34 ölümüz var ama bir tanesi de ağır yaralı hastanede. O da ölecek” dedi. Daha ölmemiş olan bir yaralıyı öldürüp mezara koymuştu köylüler. Bu anlaşılabilir bir durum olsa da devlet neredeydi burada. Otopsi yapılmadan, inceleme olmadan nasıl aydınlatılacaktı bu olay. Aydınlatılmak isteniyorsa tabii. Ertesi gün mezarlığa gidip, 34 mezar tesbit etmiştim. Bunu yazdıktan sonra İçişleri Bakanlığı da doğruladı 34 kişinin öldüğünü. Ha bir eksik ha bir fazladan çok daha önemli bir ayrıntı bu aslında. Bir gazetecinin 10 gün sonra gittiği yerde yanlışı düzeltmesi, devletin bu olaya nasıl baktığının da göstergesi oldu bizlere. Ondan sonra ne mi oldu. Savcılık soruşturdu, soruşturma havada kaldı. Meclis’te komisyon kuruldu, içi boş bir rapor bile yazılamadı. Bu konuyu sürekli gündemde tutmaya çabalayan insanlara “hain” muamelesi yapıldı. “Para verdik ya daha ne istiyorsunuz” gibi laflar edildi acılı ailelere. Bu ölümlerde sorumluluğu bulunan hiç kimse istifa etmediği gibi, sorumlular da bulunup adalet önüne çıkarılamadı. Uludere’ye gittiğimde 13 yaşında parçalanarak ölen Erkan Öncü’nün odasında kalmıştım. Duvarda gülen bir resmi vardı. Sabaha kadar o gülen resme baktım, arada uyudum, uyandım. Uludere denince aklıma en çok o odada geçirdiğim gece gelir bir de küçük Erkan’ın fotoğrafı. Şimdi o fotoğrafa hayalî de olsa yeni bir fotoğraf eklendi beynimde. Bu ölümlerde sorumluluğu olan komutanların karargâhta gizlice yapılan törenle yakalarına takılan “şeref madalyaları”...
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.