Neredeyse çocuktuk, en azından ilk gençlik. Yıl 1991. Leyla Zana'nın Meclis'teki yeminini bitirir bitirmez kurduğu Kürtçe cümlenin bölücülük olduğunu söyleyen haber bültenlerine aldanacak kadar çocuk. Zana'nın o cümleyi kurar kurmaz uğradığı linç girişimini de "vatanın bölünmez bütünlüğünü korumak" maksatlı bir korunma refleksi olacağını sanacak kadar küçük.
Sonra O'na yapılanlar, bununla kalmadı. Olaydan üç yıl sonra Leyla Zana'nın dokunulmazlığı kaldırıldı, yargılandı ve hapse mahkum edildi. O içerideyken Meclis'te bir başka kadın, bir başka nedenle linç edildi. Merve Kavakçı, başörtülü olarak Meclis'e girme "cüretini" gösterdiği için Türkiye'nin temsil edildiği varsayılan o yerden kovuldu, vekilliği düşürüldü.
Kavakçı'nın bir daha o kürsüye çıktığını göremedik. Ama Leyla Zana, Kürtçe bir cümle kurdu ve başına sarı-kırmızı-yeşil bir bant taktı diye 11 yıl hapis yattıktan sonra, olayın üzerinde 20 yıl geçtikten sonra, 2011'de o kürsüye yeniden çıktı.
Zana, 12 Haziran seçimlerinin arefesinde verdiği bir röportajda şöyle söylemişti: "Acaba bu sefer de türban mı takıp gitsem. Ecelime mi susadım, hayır. Bu başbakan çok umut verdi ama üniversiteden pek çok kızın hayatını kararttı. Eğitim alıyorlar. Beynini değiştiremediğin insanın örtüsünü değiştirmişsin ne olur. Biz her şeyi total aldığımız için bir türlü değiştiremiyoruz. Kürtlerde de, Türklerde de ara formül yok. Bırakın, eğitimini bitirsin, ondan sonra tartışılsın. Öyle bir şey yapsam ama bana kalmaz. Birileri bu görevi yerine getirmeli. Bir hakkın gaspı varsa, o hak verilmeli. O parlamento tektipliği öngörmüş. Herkes koyu renkli elbiseyle gelmeli, başı açık gelmeli. O parlamento insani gasplardan vazgeçmeli. Yemin metni de birkaç dilde edilmeli. Etnik kimlikten sıyrılmalı. Başbakan istese bunu rahatlıkla yapabilir."
"Başbakan'ın umut verdiği ama üniversiteden pek çok kızın hayatını kararttığı" düşüncesine elbette katılmıyorum. Sözkonusu olan siyasi rakipse bile, o rakibe vurulurken insaf ölçülerinin elden bırakılmaması gerektiğine, bugün örtülü kadınlar üniversitelere çoğunlukla girebiliyorlarsa bunun kimin sayesinde olabildiğini teslim etmek gerektiğine inanıyorum.
Ancak, Leyla Zana'nın seçim arefesinde "türban" diye andığı başörtüsüyle ilgili sözlerinin de, sistemin ötekileştirdiklerinin birbiriyle empati kurabilmesini kolaylaştırdığı noktasında önemsenmesi gerektiğini zannediyorum.
Hayır, bu yazı, "belki çoğu düşüncesine katılmadığın birisi bile, "başörtüsü takabilirim" diyebildiyse savunulabilir" noktasından kalkmıyor. Bu, çok sığ ve siyaseten doğrucu bile olamayacak denli oportunist bir perspektif olurdu.
Bendenizin meselesi, her ne kadar pek çok BDP'li vekilin "Atatürk İlke ve İnkılapları ışığıyla aydınlanmış militarist Türk milliyetçiliği"nin öteki yüzü olan, şiddet odaklı Kürt milliyetçiliğine savrulduğunu düşünsem; hatta Leyla Zana'nın ABD Başkanı'na mektup yazmasını da, mektubun içeriğini de kusurlu bulsam da; özgürlükler noktasında gelişmiş bir duyarlılığın ve başkalarının acısına aşinalık hissetmeye yatkın olmanın, acı çekmiş olmakla bir ilgisi olduğunu düşünmem.
Leyla Zana'yı diğerlerinden farklı kılan nedenlerden biri, gözlerindeki kederse, bir diğer neden de bu.
Çünkü Leyla Zana da, en az üniversite kapısında başörtüsü zorla açılan kadınlar kadar iyi bilir ki, bir insana yapılabilecek en büyük zulüm, ama o yolla, ama bu yolla o insana inandıklarını inkar ettirmektir. Yapmak istemediğini yaptırmak, bir insanı vazgeçmek istemediğinden cebren ya da hileyle vazgeçirmektir.
Oysa ne Merve Kavakçı, yüzde 70'i örtülü olan Türk kadınını temsilen başörtüsüyle o Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin bir koltuğunda oturabilseydi memleketçe geriye gitmiş olurduk; ne de Leyla Zana, bu ülkenin vatandaşı olan milyonlarca Kürdün konuştuğu dilde bir cümle söylediği için hayatının en güzel yıllarını hapiste geçirmemiş olsaydı bölünmüş olurduk.
Olmadı. Türkiye ne kazandı?
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.