Psikolog değilim, insan sarrafı da değilim, ancak gözlemlediğim bir şey var. Bunca dinî, ahlaki ve hatta hümanist öğretiye rağmen, nefretlerine “kutsal bir emanet” muamelesi yapan insanlar görüyorum. O duygudan, o duygunun gönülde yarattığı katılıktan, zihindeki o nefret imajlarından bir türlü vazgeçmek, kurtulmak istemiyorlar. Bunun için kendilerince epey meşru sebepleri var ve bu sebeplerin bir kısmı bana göre de meşru. Ancak zamanı geriye döndürüp de her şeyi sil baştan yapamayacağımıza göre, tarihin tam bu noktasına sıfır koyup, buradan yeniden yola çıkmak zorundayız.
Al Pacino’nun bir polis müdürünü canlandırdığı adını hatırlamadığım eski bir filmindeki bir sahneyi hiç unutamıyorum. Karısı kendisine işiyle ilgili hiçbir şey anlatmadığı için kızarken, polis müdürü şöyle demişti: “Nefretimi, öfkemi muhafaza etmek için anlatmıyorum!” Bakıyorum, şu tarihî günlerde, birileri meydanlarda açıkça nefretlerini dillendirirken, birileri de filmdeki polis gibi hiçbir şey söylemiyor, tepkisiz bir biçimde susuyor. Bu tepkisizler iki kesimde de var. Konuşturmak için zorladığınızda, tarafına göre değişen cevaplar alıyorsunuz. “Bu kadar insan boşuna mı öldü peki?” bir taraftakinin cevabıyken, “E madem bu iş bu kadar kolaydı, niye bu kadar can gitti de daha önce olmadı?” diğer taraftakinin cevabı oluyor. Bir taraftan ikisi de haklı şeyler söylüyor, yani çatışmalı dönem paradigması bakımından söylediklerinde mantık hatası yok; ama artık başka bir paradigmaya geçtik, artık savaşı değil barışı konuşacağımız başka bir hattayız diye de bir sevinç, bir gözaydınlığı hissetmiyorlar, işte buna canım sıkılıyor. Demek ki diyorum, neredeyse 40 yıllık bu savaş bayağı bir insana “duygusal azık” sağlamış, kendimizi ait gördüğümüz kimlikle ilgili bağlılık duygularımızı cilalamış; hem sevgilerimiz, hem nefretlerimiz için güçlü bir meşruiyet kaynağı olmuş... Belki de savaşın en büyük hasarlarından biri bu! Bununla nasıl baş edeceğimizi gerçekten bilmiyoruz ve işin ehillerinin burada devreye girmesi gerekiyor.
Prof. Dr. Vamık Volkan’dan anahtar cümleler
Bu köşenin takipçileri hatırlayacaklardır, daha önce Prof. Dr. Vamık Volkan’ın Ekopolitik adlı düşünce kuruluşu ile birlikte yaptığı çalışmalardan bahsetmiştim. Tarık Çelenk’in girişimleriyle Ekopolitik 2009’da Vamık Volkan’ın “ağaç modeli” üzerinden barış sürecini konuşma ve güçlendirme çalışmalarını başlatmıştı. Hükümet kanadından Beşir Atalay’ın da bu çalışmalara katıldığını ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün bu girişimi desteklediğini biliyoruz. Ancak 2011’de bu çalışma yeterli destek göremediği için sonlandı. İşte o sürece rehberlik eden Vamık Volkan’ın T24’ün başarılı röportajcısı Hazal Özvarış’a söylediği anahtar cümleler benim yukarıda dile getirdiğim soruların aslında cevapları olduğunu gösteriyor. Bu güzel röportajın tamamını okumanızı öneriyorum, buraya da bazı anahtar cümleleri alıntılayarak yazımı bitiriyorum:
“Bu kadar çok insanın yas tutması çaresizliği, suçluluğu ve öfkeyi ebedileştirir ve vatandaşın gündelik ilişkilerini değiştirir.”
“Atatürk öldükten 50-60 sene sonra Türkiye toplumunda Osmanlı’ya geri dönüş, yani geç bir yas tutma süreci yaşanıyor. Bu da çok önemli, çünkü tarihte devamlılık lazım.”
“Son yüzyılda beş milyon Osmanlı, mülteci olarak Anadolu’ya geldi. Beş Türk ile tanışıyorsunuz, dördünün ailesi muhacir olarak Türkiye sınırına gelmiş. Bu, Türkiye’de yas tutma için çok önemli. Kürt ve Türkler çok uzun zamandır beraber yaşıyor. Bu iki grup arasında biraradalık alışıldık. Bu nedenle, Kürt meselesinin çözümü Estonya ve Rusya meselesinin çözümünden daha kolay.”
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.