Son bir ay içinde olduğu gibi, güney-doğuya sık sık gitmeye, orada kalabalık insan gruplarıyla konuşmaya başlamadan önce de, irili ufaklı, uzun ya da kısa vadeli birçok talep arasında, özellikle üç tanesinin stratejik önem taşıdığının farkına varıyordum. Kürt sorunu bir barışçı çözüme ulaşacaksa, bu taleplerin o çözümde önemli bir payı olacaktır. Son bir ayın gidiş gelişlerinden sonra da, gündemin başında bunların yer aldığını gözlemliyorum. Üçü farklı kaynaklardan doğuyor, çözümlerine ilişkin güçlükler de farklı düzeylerde. Ancak sonuçta her şey gelip “eşit yurttaşlık” maddesinde toplanıyor. Sorunun kaynağı bu; çözüm de ancak burada olabilir.
Bunun “protokol”e ilişkin bir yanı var; sonuçta insanın günübirlik yaşarken bu eşitliği hissetmesi önemli. Ama oraya varabilmek için de, birtakım metinlerde birtakım maddelerin yazılması, formülasyonlar yapılması gerekiyor. Bunlar bir bakıma “soyut” şeyler denebilir, ama çok önemli, simgelerle yaşayan, aklını simgelere takmış bir toplumda (bu toplumun karşı karşıya gelmiş iki kesiminde) herkesi mutlu edecek yeni simgesel formüller bulmak da zor.
Örneğin Kürtler ne zamandır “Kurtuluş Savaşı’nı birlikte kazandık; biz de ‘kurucu ulus’uz; bu Anayasa’da böylece belirtilmeli” diyorlar. Bazı Türkler’e kalp krizi değilse baygınlık geçirten bir talep!
Tasarlanan yeni Anayasa’ya daha önce olmayan şeyler eklemek yerine, öncekilerde olur, eşitliği reddetmek üzere konmuş maddeleri ayıklamanın daha gerçekçi bir yöntem olacağı kanısındayım. Bu başlı başına ayrı bir konu ama önümüzdeki kısa dönemde yeni bir Anayasa biçimlenebilirse (ki biçimlenmesi gerekiyor), bu “geçici olmalıdır bir “geçiş”in ilkelerini saptayan, önü açık bir metin. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti şu aşamada kendini “aşağıdan yukarıya” yeniden-oluşturma aşamasına gelmiş bir toplum. Buna “zırh” gibi, yani 12 Eylül’ün getirdiği deli gömleği gibi insanın elini kolunu bağlayan hükümler koymak yanlış olur.
“Anayasa” diye bildiğimiz metinleri kutsallıktan çıkarmayı, zihnimizde onları böyle algılamayı öğrenmemiz gerekiyor. Bir anayasa bir anlaşmayı, bir konsensusu yansıtır. “El sürülmez, yüce” dogmalarla değil, basit bir sözleşmenin, kontratın koşullara göre değişebilecek düzenlemeleriyle oluşur.
Bu, dönüşüm sürecine girmiş gibi görünen Türkiye’nin başka alanlarda da uyması gereken bir anlayış, ama şimdilik o konulara girmeyeyim.
Kürtler’in belli başlı bir talebi gene öteden beri dille, dilin özgürleşmesiyle ilgili. Bu talebin karşısında da milliyetçi Türkler bir “Çin Seddi” oluşturmaktalar. Bu da, toplumun çoğunluğu tarafından arızasız bir şekilde haklı bulunmuş, kabul edilmiş bir şey değil. Ama işe başladığımız noktadaki durumla şimdiki durumu karşılaştırdığımızda, hiç de azımsanmayacak bir mesafenin aşıldığını görüyoruz. Burada, Türk şovenizmine karşı verilecek siyasî mücadelenin ötesinde, alanın kendisinden ileri gelen sorunlar da var: “Kürtçe” nedir, hangi “standart Kürtçe” oluşacaktır, Zazaca’nın yeri neresidir, “Kürtçe öğretim” başlarsa kim öğretecektir, öğreteceklere kim öğretecektir vb? Bunların çoğu, bugüne kadar süregelmiş baskı rejiminin yarattığı değil ama çözümsüzleştirdiği sorunlar. Ama aşılmayacak, görülmedik sorunlar da değil. Özgürlük ortamına girildiğinde, uygun akademik kurumların katkılarıyla, çözülecek şeyler.
Bu yazının çerçevesi, yani “sayfa sayısı”, üç tane olduğunu söylediğim sorunların ikisini, şöyle ucundan, biraz açmama yetti. Sona sakladığım üçüncüsü bence sorunların en sorunsalı. Onu da yarınki yazıya saklayayım.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.