Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmaya yüz tuttuğu yıllarda, özellikle de 1912'den 1918'e kadar süren aralıksız savaşlarda Kürtlerin ekseriyeti İmparatorluk ordusunda yer almıştı. Döneme göre milliyetçi akımlardan en az etkilenen halklardan olan Kürtlerin milliyetçilerinin bile önemli çoğunluğu bu savaşlarda hizmet etmişti. Bazı kaynaklara göre Osmanlı ordusunda Kürtlerin toplam 300.000 civarında şehidi vardı; sivil kayıplar (özellikle Rus ordu desteğiyle beraber hareket eden Ermeni çeteleri sebebiyle) da eklendiğinde bu rakam 800.000'e kadar çıkmaktaydı.
Hâlâ öyle mi bilmiyorum ama okul tarih kitaplarımızda 'Kürt' kelimesiyle ilk ve son karşılaşmamız 'Zararlı Cemiyetler' adı altındaki listede başı çeken 'Kürt Teali Cemiyeti' vesilesiyleydi. İşte bu 'zararlı' cemiyetin başkanı olan Seyyid Abdülkadir, ayrılıkçı kesimlere karşı çıkmıştı. I. Dünya Savaşı'nda Türklerle yan yana çarpışmak gerektiğini savunarak 'Şu düşkün zamanlarında Türklere darbe indirmemiz Kürtlük şiarına yakışmaz' diyordu. Savaş sonrasında görüşülen Sevr Anlaşması sırasında Kürt Şerif Paşa'nın ayrılıkçı girişimine de karşı çıkmıştı. Lâkin birkaç yıl sonra Şeyh Said hadisesiyle alakası olmamasına rağmen oğluyla beraber idam edilecekti. Üstelik ricasına rağmen önce oğlu gözlerinin önünde asıldıktan sonra...
Millî Mücadele yıllarında da Türklerden sonra en geniş ve yerleşik halk olan Kürtlerin desteği büyük önem arz ediyordu. Kürtler bu noktada da birlikte hareket etme kararı aldılar. Diyarbekir'den Kâzım Karabekir Paşa'ya çekilen telgrafta 'Hilafet ve saltanat makâmının uğradığı tecavüz ve ihanetin tazmini, mevcudiyet ve istiklâlimizin temini için son damla kanımıza kadar mukavemete ahdediyoruz' deniyordu.
Mustafa Kemâl ise, çektiği bir telgrafta Sivas Kongresi'ne iştirak eden kanaat önderlerine şöyle hitap ediyordu: 'Sizler gibi dindar ve namuslu büyükler oldukça Türk ve Kürt birbirinden ayrılmaz iki öz kardeş olarak yaşayacaktır.' Özellikle Maraş, Antep ve Urfa'da Fransız işgalcilere karşı Kürtlerin direnişi, Millî Mücadele'nin önemli kazanımlarındandı.
Hâkimiyeti Milliye Gazetesi'nin 5 Mayıs 1020 tarihli nüshasında yayınlanan ve 'halifenin esaret ve hakaretten kurtarılması'nı savunan fetvayı Anadolu'dan müftülerin yanı sıra Diyarbekir, Urfa, Hizan, Doğubayazıt, Diyadin, Hınıs, Siverek, Viranşehir, Bitlis, Silvan ve Van gibi son 20 yıl içinde nerdeyse sadece PKK saldırıları vesilesiyle duyduğumuz bölgelerin Kürt din alimleri de imzalamıştı.
14 Ocak 1923'teki bir yurt gezisi esnasında Mustafa Kemâl, Kürt meselesine ilişkin bir soruya verdiği cevapta şöyle diyordu: 'Türkiye'nin halkı söz olurken Kürtlerden de bahsetmek gerekir. Bahsedilmedikleri zaman bundan kendileri için sorun çıkarırlar. Şimdi TBMM hem Türklerin hem de Kürtlerin yetkili meclislerinden oluşmuştur. Ve bu iki öğe, bütün çıkarını ve yazgılarını birleştirmiştir.' İlk mecliste 70 Kürt vekil olduğunu ve Millî Mücadele boyunca Mustafa Kemâl'in Türkiye'yi oluşturan toplumu 'anasırı İslâm' olarak ifade ettiğini hatırlatalım.
Lozan Anlaşması sırasında Kürtlerin 'azınlık'olarak ele alınması tartışması çıktı. Tartışma meclise de yansıdı. Bitlis, Erzurum, Mardin, Muş, Siirt, Urfa, Kozan, Diyarbekir ve Van milletvekillerinin imzalayarak okuduğu metinde şu cümleler geçmekteydi: 'Türk, Kürt tek vücuttur. Kürtler, hiçbir vakit Türkiye camiasından ayrılamaz ve bunu ayırmak için hiçbir kuvvetin tesiri yoktur. Avrupa hükümetlerinin Kürtleri müdafaa etme yetkileri olmadığı defaatle memleketimiz halkıyla beraber protesto edilmiş olduğu halde yine azınlıklardan mevzubahis açılması şayanı teessüftür. Kürtlerin her vakit Türklerle beraber vatan uğrunda daima ölmüş ve ölmeye hazır oldukları cümlenin malumudur.'
Lozan'da azınlık statüsüne karşı çıkan Kürtler, Cumhuriyet sonrası büyük bir ihanete uğrayacaktı. Azınlıkların yararlandığı 'anadilde eğitim' gibi haklardan mahrum bırakılmaları bir yana, varlıkları dahi inkâr edilerek Türkçü cumhuriyet elitleri tarafından asimile edilmeye çalışılacaklardı. Diğer Müslümanlarla beraber uğruna can ve mallarıyla mücadele ettikleri Hilafet makamı lağvedilecekti. Katliam, işkence, zorunlu sürgün, vb. uygulamalara maruz kalacak; çarşı pazarda dahi Kürtçe konuşmaları yasaklanacaktı. Sonraki yıllardaki kaderleri de bundan farklı olmayacaktı.
Çok öldüğümüz, öldürüldüğümüz uzun bir aksama döneminden sonra Millî mücadele ruhunu tekrar ihya edebilmemiz niyazıyla...
Not: Yazıdaki alıntılarda Altan Tan'ın 'Kürt Sorunu' kitabından istifade edilmiştir.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.