Ulus-devletler dünyası ister istemez toplumları ‘bölünme’ sendromu ile karşı karşıya bıraktı. İçindeki etnik ve dinsel farklılıkları daha 18’inci yüzyılda asimile ve elimine etmeye başlamış olan ülkelerde bile bugün resmi kimliğin dışında olduklarını iddia eden azınlıklar var ve bazısı ayrılıkçı eğilimlere sahip… Bu trendin engellenmesi zor, çünkü sistemin ideolojik temeli bazı kimliklerin devlet kurmasına olanak sağlamışken, dışarıda kalan kimlik grupların ‘sizin ülke kurma hakkınız yok’ denmesi meşru olamaz. Böyle bir gelişmenin engellenmesi için, yeterli olmasa da gerekli bir koşul var: Olabildiğince demokratik bir yönetim sistemi kuracaksınız. Böylece hak ve özgürlükler açısından eşit ve adil bir yapı oluşturacak ve kimlikler arası ‘kardeşliği’ pekiştireceksiniz.
Bunu becerebilen ülke sayısı henüz birkaç tane, ama genelde ‘Batı’ diye kodlanan toplumların daha iyi durumda oldukları açık. Nitekim Batıda ‘ülkenin bölünmesi’ kaygısı nispeten az veya bazılarında hiç yokken, bizim tür ülkelerde bu had safhada bir korkuya dönüşmüş durumda. Öyle ki böyle bir ihtimali engellemek uğruna bazen rejimler değişiyor, bazen de değişmesinde yarar olan rejimler aynen sürdürülebiliyor.
***
Rejimle bölünme arasındaki ilişki üzerine çalışmakta olan Daniella Bella Emerson, 2015’de yayımladığı ‘Nationalism in the Arab Spring’ (Arap Baharında Milliyetçilik) adlı kitabında ilginç bir tespitte bulunmuş. (Mealen) Eğer bir ülkede ulus-devlet tüm kurumlarıyla yerleşmiş ise, bazı hayal kırıklıkları ve karşı çıkmalar yaşansa da, rejim sürekli değişebilir ama ülke bölünmez… Öte yandan eğer güçlü bir lider (“diktatör”) kendi iktidarını ulusal kimliğin önüne koyarsa, şiddetli çatışmalar yaşanabilir ve devlet işlevini yitirebilir.
Emerson birinci duruma Mısır’ı, ikincisine Libya’yı örnek veriyor. Bu tespitten hareketle Türkiye üzerine de birkaç söz söylemek mümkün. Sonuçta bölünme sendromu bizde de var, rejim değişikliği konuşmasak bile sistemi değiştirip duruyoruz ve belirli bir sağlamlığı ama kırılganlıkları da olan bir ulus-devletiz.
Spekülatif bir soru ile yola çıkalım: Türkiye Libya olabilir mi? Eğer İslami kimlikte bir ‘güçlü lider’ kendisini ve kimliğini öne çıkaran bir çizgi izlerse, laik/dindar ayrışmasını da veri alarak, Libya’nın yoluna girme ihtimalimiz olabilir… Ancak aynı dindar ‘güçlü lider’ milliyetçilerle muhafazakârları bir arada tutacak ulusal kimliği sahiplenirse devletin bütünlüğünü sağlayabilir ve Libya’nın kötü kaderinden uzak durur.
Son dönemde Erdoğan’ın çizgisine bu açıdan bakmak mümkün… Hem rejim değişikliğini zorlayan bir sistem değişikliği, hem de ülkenin bütünlüğünü hedeflediğiniz anda kimliğinizden ‘siyaseten’ ödün vermek ve ‘resmi milliyetçiliği’ savunmak durumunda kalabilirsiniz. Ancak bu tercihin hak ve özgürlüklerde yıpranma ve daha kritik olarak Kürt meselesinin ‘çözülmemesini’ zımnen kabullenme gibi sonuçları da var… Bu ise etnik temelde bölünme risk ve kaygısını artıracaktır. Ve eğer dünya konjonktürü Kürtlerin çeşitli coğrafyalarda özerkleşmesini desteklemeye başlarsa, ülke bütünlüğünü sağlama uğruna tek ‘çözüm’ milliliğin ‘daraltılması’, yani Kürtlerin dışta bırakılması ve şiddete dönüş olacaktır.
***
AK Parti ulusal sınırları ve ulus-devlet formatını korumak istiyor. Aynı zamanda güçlü bir lidere sahip ve o kişiye olabildiğince geniş yönetme imkanı veren bir ‘cumhurbaşkanlığı sistemi’ getiriliyor. Ne var ki söz konusu lider İslami duyarlılığa sahip dindar biri iken, devlet laik hamurla yoğrulmuş. Dolayısıyla lider kendi kimliğini kültürel konularda öne çıkarırken devletin resmi politikasını milliyetçilik üzerine oturtuyor. Ancak bu durumda da, Suriye ve Irak’taki gelişmelerle birlikte, Kürtler bu devlet anlayışı için olası bir tehdit haline geliyor… Galiba olan bitenin basit özeti bu…
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.